Linç, Türk Sineması’nda iz bırakan önemli bir filmin adıdır. Kerim KORCAN (1918-1990)’ın eserinden uyarlanan, 1970 yılında Adana Altın Koza Film festivali’nde üçüncülük ödülünü kazanan, Bilge OLGAÇ (1940-1994)’ın yönettiği bu filmde, bir arkadaşının kız kaçırmasına yardım ederken adam vurup içeri düşen yoksul ve mert bir gencin, Arap Kadir’in öyküsü anlatılmaktadır. (Bu nedenle filmin adı, afişte ve jenerikte “Arap Kadir” olarak da yazılmıştır.) Haksızlığa baş kaldıran, zalim kim olursa olsun daima güçsüzün yanında yer alan Arap Kadir; baskıya boyun eğmeyen dik duruşu nedeniyle cezaevinde gardiyanların ayaklandırdığı diğer mahkûmlar tarafından linç edilir.
Taşlanarak öldürülme (recmedilme) de bir linç biçimidir. Recmedilmek, ne yazık ki günümüzde bazı İslam ülkelerinde bir cezalandırma yöntemi olarak hâlâ uygulanmaktadır. Gerçek bir olaydan esinlenen Sorayayı Taşlamak (The Stoning of Soraya M., 2008, Cyrus Nowrasteh) adlı fimde, 1986 yılında, İran’ın bir köyünde, zina yapmakla suçlanan Soraya adlı bir kadının taşlanarak öldürülmesi anlatılır. İnsanların çıkarları uğruna dini kullanmalarının ve diğer hayatları yok saymalarının nerelere kadar gidebileceğinin dramatik bir öyküsüdür bu. Bu anlayışın ve uygulamaların egemen olduğu toplumlarda, kadına bakış açısını ortaya koyması bakımından bu filmde geçen şu konuşma çok çarpıcıdır: İftira atılan Soraya, İmam Efendi’ye “İftirayı onlar attı, öyle olduğumu onlar kanıtlasın!” der. İmam Efendi red cevabı verir. Soraya sorar, “Neden?” İmam Efendi’nin cevabı aynen şöyledir: “Sen güvenilmezsin ve ikinci sınıfsın, çünkü sen kadınsın!”
Toplumsal yaşamda, her zaman her yerde var olan ve farklı biçimlerde ortaya konulan linç kültürü ile ilgili bu iki önemli filmi izlemeyi ve değerlendirmeyi değerli okuyucularımıza bırakıyorum. Bu yazımda, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, 2019 yılının ortalarında, ülkemizde; aydınlara, yazarlara ve hatta biyografik roman türünün öncülerinden olan Ayşe KULİN’e kadar uzanan bir çeşit linç kampanyasına değinmek istiyorum. Bu kez gerekçe; yüzlerce, binlerce sayfa yazıları olan, öyküler yazan, önemli ürünler, yapıtlar ortaya koyan ve yıllardır sanat, edebiyat ortamında yer alan bazı yazarların yazdıklarında bir kaç satır da erotik, müstehcen ifadelerin var olmasıymış! Bu ve benzeri nedenlerle başlayan, başlatılan linç kampanyası öyle boyutlara ulaştı ki; kaç yıldır yayın-kültür dünyasının içinde yer alan bir yayınevi sahibinin evine saldırdılar, camını çerçevesini dahi indirdiler.
Benzer nedenlerle farklı düşündükleri, farklı yazdıkları, farklı ürünler ortaya koydukları ve farklı davrandıkları için bu ülkede; Sabahattin ALİ, Nazım HİKMET, Aziz NESİN, Yaşar KEMAL, Yılmaz GÜNEY, Ahmet KAYA ve daha niceleri, yaşadıkları dönemlerde linç muamelesine maruz kalmadılar mı!
Oysa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkındaki o ünlü kararı, aynen değilse bile mealen (şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla) ne diyordu: “Düşünce ve ifade özgürlüğü; asıl, toplumsal, siyasal, ekonomik vb. alanlarda rahatsız edici konularda (tabu sayılan konularda) fikir beyan etme özgürlüklerini de kapsar.”
Daha önce linç ettiklerini, çok şükür şimdi kabullenme, benimseme aşamasına gelen bazı çevreler, bazı aydınlar; bu kez de bir günah keçisi gibi sunulan Orhan PAMUK’a, Fatih AKIN’a ve hatta ailesi ve yakın geçmişi ile ilgili biyografik romanlar yazan Ayşe KULİN’e bile saldırıyorlar. Bunları da bir süre sonra benimseyeceklerdir, kuşkunuz olmasın.
Bir de size ne oluyor ki aydınlar, okumuş yazmışlar ve hele ki siyasal yelpazenin solunda olanlar, solundan gelenler ya da öyle olduğunu sananlar, size ne oluyor ki! Yazan, çizen, besteleyen ve de geleceğe dönük iyi işler yapan aydınlara, sanatçılara saldırmaya hazır cahil cühela takımı, bu amaçla yetiştirilmiş ve beslenen hazır kıtalar var bu ülkede, size ne oluyor ki!
Bakın yakın tarihimizdeki şu vahim olaylara: İstanbul’da 6-7 Eylül 1955’de özellikle Rum ve Ermeni kökenli yurttaşlarımızın evlerine, iş yerlerine, eşyalarına yapılan ve aralıksız iki gün boyunca süren saldırılar, Kahramanmaraş’ta Aralık 1978’de ve Çorum’da Temmuz 1980’de özellikle alevi yurttaşlarımızı hedef alan ve yüzlerce kişinin planlı bir şekilde öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar, Sivas’ta Madımak Oteli’nde 2 Temmuz 1993’de 35 aydının ölümüyle sonuçlanan katliam. Bu tür olaylarda ve linç eylemlerinde hep onları göreceksiniz: Biraz milliyetçilik, biraz din sosuyla yönlendirilen ama en çok da cehaletin etkisindeki o kitleleri!
Bugün yazdıkları, yayımladıkları pek çok kitapta, yüzlerce, binlerce sayfada bir kaç satır da erotik, müstehcen ifadelerini belirlediğiniz yazarlara, yayımcılara saldırma işini ve hatta linç girişimini, yakın tarihimizin bu utanç verici eylemlerini gerçekleştiren o gericilere bırakın! Unutmayın, bilerek ya da bilmeden yanında olduğunuz, destek verdiğiniz onlar, o gericiler, günü geliyor, size de saldırıyor.
Hristiyanlığın egemen olduğu Orta Çağ Avrupası’nda; din adamlarının evlenmemesi gibi insanın yaradılışına, doğasına, temel ihtiyaçlarına aykırı sınırlamalar, yasaklar, baskılar sonucunda çarpık ilişkilerin, sapkınlıkların ortaya çıktığı bilinen bir gerçekliktir.
İngiltere’de kraliçe Victoria ile anılan ve 19. yüzyıl boyunca egemen olan Victoria Dönemi (1837-1901)’nde; her türlü seksüel güdüyü, duyguyu, aktiviteyi bastırmak, reddetmek temel eğilim olarak benimsenmiştir. Öyle ki o dönemde piyano ve masa bacakları cinsellik çağrıştırmasın diye örtü ile kaplanmış, İncil ve Shakespeare (1564-1616)’in eserleri dahi içindeki erotik çağrışımlar yaptıracak (ya da böyle bir duyguyu uyandırma olasılığı olabilecek) sözcükler, bölümler atılarak, değiştirilerek yeniden basılmıstır. Peki ne olmuştur? İngiltere tarihinin yüz karası sayılan Victoria Dönemi’nde; çocuklara yönelik cinsel taciz, pornografi, fahişeler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar katlanarak artmıştır.
İlk çağdaş realist roman sayılan Madame Bovary (1857), Fransa’da gazetelerde tefrika edilerek (bölümler halinde) yayımlandığı dönemde büyük yankılar uyandırmıştır. Yazarı Gustave FLAUBERT (1821-1880), din ve ahlak duygularını ters yüz ettiği için yargılanmış, beraat etmiş, romanın tamamı mahkeme kararıyla yayımlanabilmiştir. Madame Bovary romanında; arzuları uğruna yaşamındaki her şeyden vazgeçebilecek kadar ihtiraslı ve asla tatmin olmayan bir kadın portresi çizilmektedir. Evliliğinde de umduğunu bulamayan, mutlu olamayan Madame Bovary; bu eğilimleri, tutkuları nedeniyle evlilik dışı arayışlara, maceralara yönelir. Doğaldır ki bu öykü o günün Fransa’sında egemen olan değerlere, ahlak anlayışına aykırı bulunmuştur. Oysa Madam Bovary’da anlatılan bu ve benzeri öykülerin, daha sonra tüm dünyada ve ülkemizde binlercesi yazılacak, filmleri çekilecektir. Benzer konu ve içerikli dizi filmler, ülkemizde son yıllarda izlenme rekorları kırmaktadır ve çok katı kuralların ve hatta şeriatın geçerli olduğu bazı Orta Doğu ülkelerinde bile çok ilgi görmekte, izlenmekte ve talep edilmektedir.
Şiddet ve linç eylemleri ya da bu yöndeki girişimler bazen çok farklı nedenlerle de ortaya çıkabilmektedir. Bunların tümünde belirli kişi ya da grupların konumlarını ve çıkarlarını koruma kaygısı belirleyici olmaktadır. İşte iki örnek; biri edebiyattan yine, diğeri ise ülkemizin hem de pek güncel gerçeklerinden:
Norveçli yazar Henrik İBSEN (1828-1906), Halk Düşmanı (Public Enemy) adlı ünlü oyununda; çevreye yayılan, salgın hastalıklara neden olan ve halk sağlığını tehdit eden kirliliğe (koleraya) karşı mücadele eden idealist bir doktorun öyküsünü anlatır. Ancak bulunduğu kasaba turistik bir bölgedir, kirlilik açıklanırsa bölgeye turist gelmeyecektir ve bu nedenle halkın sağlığını korumaya çalışan bu doktor “halk düşman” ilan edilir. Öyle ki kasabanın belediye başkanı olan kardeşi bile bu mücadelede yanında değildir.
Türkiye’de, Devlet’in verdiği araştırmayı-incelemeyi tamamlayıp kansere neden olan çevre kirliliği raporunu açıkladığı için hem de 2019 yılında yargılanan doktor Bülent ŞIK‘ın başına gelenler, Henrik İBSEN’in Halk Düşmanı adlı eserinde anlattığı öyküye ne kadar benziyor, değil mi!
Şiddetin ve terörün olmadığı bir dünya dileğiyle; herkese ve her görüşe, selam, saygı ve sevgilerimle.