Sinop, ülkemizin kuzeyinde Karadeniz’e yarımada olarak sokulmuş şirin bir ilimiz. Doğal güzelliği, tarihi, yeşili, mavisiyle herkesi kucaklayan bir şehir Sinop.
Arkadaşlarımız Erdi ve eşi Tuğçe Hanımlar, bizi aile olarak Sinop’a davet ettiler. Sinop Tuğçe Hanım’ın memleketi. Tuğçe Hanım bu şirin kentte doğmuş, çocukluğu ve gençliği bu şehirde geçmiş. Kendisi bu konuda şanslı bir isim. Erdi de bu şehre damat olarak bu şansa ortak olmuş.
Atalarımız ne demiş “Çağrıldığı yere erinme, çağrılmadığın yerde görünme!” Biz de bu nazik ziyarete karşın davete icabet ettik ve geçtiğimiz cumartesi günü erkenden Fatsa’dan yola çıktık. Ünye, Terme, Çarşamba, Samsun, Ondokuz Mayıs, Bafra, Yakakent derken saat 10.00 gibi şehre ulaştık. Erdi ve küçük kızı Zeynep Alya, bizi Sinop meydanı karşıladılar. Tuğçe Hanım ve annesi Hülya teyzemiz, bu arada boş durmamışlar yöresel ürünlerin de yer aldığı güzel bir kahvaltı hazırlamışlar. Her ikisinin de ellerine sağlık. Kahvaltıdan sonra ben iki saate yakın dinlendim ve kendime geldim. Saat 13.00 gibi olmuştu. Ama aşırı sıcak nedeniyle çoluk çocukla dışarı çıkılıp gezilecek gibi değil.
Mecburen akşam saatinin yaklaşmasına ve sıcaklığın biraz düşmesini beklememiz gerekti. Bu arada Erdi ile müze olarak kullanılan Sinop Cezaevi’ni, gezmeye karar verdik. Cezaevinin belli bölümleri restore edilmiş ve düzenlenmiş. Yeni alanlar da ziyarete açılmış. Önceki gezilerimizde göremediğimiz alanlar, materyaller ve tarihi dokuya göre yapılan zenginleştirmeler bizi şaşırttı. Geniş bir salonda zeminde ve dağlarda deniz dalgası oluşturulmuş. Ses de ilave edilmiş. Bu, bize Sebahattin Ali’nin 1930’lu yıllarda bu cezaevinde yatarken yazdığı şiirin dizelerini hatırlattı:
“Dışarda deli dalgalar,
Gelir duvarları yalar.
Seni bu sesler oyalar.
Aldırma gönül aldırma.”
Yavaş yavaş akşam serinliği başlarken önce ülkemizin en kuzeydeki ucu olan İnce Burun’a geçtik. Ben, buraları 2002 yılında üniversite son sınıftayken sınıf arkadaşlarımla gezmiştim. O anlar aklıma geldi. Yıllar çok şeyi değiştiriyor ama buralar pek değişmemiş. İyi ki de öyle olmuş! Doğa, ne kadar doğal kalırsa bize ve gelecek kuşaklara faydası o kadar çok olur.

Hamsilos tarafına geçtik. Önce Hamsilos Koyu’nu gezdik. Bu muhteşem doğa insana gerçekten huzur veriyor. Karadeniz’in her yerinde yeşil ve mavinin buluşması güzel ama burada ayrı bir güzellik var. Hamsilos Koyu’nu gezmek isterseniz gezi için özel tekneler var. O teknelerle koyun içinde gezinti yapma imkanına sahipsiniz. Vaktimiz müsait olmadığı için biz tekne gezisi yapmadık. Ama köyün diğer güzelliklerini görmek bize ziyadesiyle yetti. Sonra Hamsilos’a yakın piknik alnına geçtik. Erdi, mangalı yaktı ve köfteleri ızgaraya koydu. Kendisi bu konuda gerçekten maharetli. Köfteleri ızgarada pişerken kızım Maya Defne ve arkadaşı Zeynep Alya, piknik alanındaki parkta oynama fırsatı buldu. Tabii çocukların oynaması ve mutlu olması bizler için her şeyden önemli ve bizleri de mutlu ediyor. Köfteler piştikten sonra akşam yemeğimiz hazır oldu. Çocuklarla birlikte akşamın serinliğinde karnımızı doyurduk.
Saat 21.00 gibi Hülya teyzenin şehir merkezindeki evine geldik. Erdi ile çocuklara dondurma almak için dışarı çıktık. Bu akşam gezisi için iyi bir fırsattı. Erdi’nin arabasıyla yarımadanın doğu tarafından yukarıya doğru çıktık. Aracımızı yolun sağına çektik. Yolun aşağısı uçurum. Denizin üzerinde yakamazlar var. Gezenin ve Yakakent’in ışıklarıyla deniz muhteşem bir görüntüye sahip. Bu güzellikleri anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalıyor.
Pazar sabahı kahvaltımızı yapmak için limana indik. Limanın kıyısında kahvaltı mekanları var. Biz de bunlardan birine oturduk. Sinop’un meşhur simidi eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Limanda beşik gibi sallanan tekneleri ve eşsiz doğayı seyrederek çayları yudumlamak ayrı bir güzellik. Kahvaltıdan sonra dün akşam yarım kalan turumuzu tamamlamak üzere yarımadanın doğu kıyısındaki yoldan araçlarımızla tırmanmaya başladık. Önce yolumuzun üzerindeki Nisi Göleti’ne gittik. Gölet, yapay ama ağaçların arasında muhteşem bir doğallık yakalamış bir gölet. İnsana huzur ve mutluluk veriyor. Sonra yarım adadaki turumuzu tamamlamak üzere tekrar hareket ettik. Yarımadanın uç bölümüne gelince Karadeniz’i bütün görkemiyle görmek mümkün. Burası insanın ufkunu acıyor ve insanı başka bir boyuta ulaştırıyor. Manzaranın keyfini yaşadıktan sonra yarımadanın batı bölümünden ilerliyoruz. Bu arada arabamızın içinde iyice susadık. İmdadımıza bir çeşme yetişti. Yarımadanın serin suyunu kana kana içtikten sonra turumuzun son durağı olan Şahin Tepesi’ne çıktık. Burası şehre hâkim bir konumda. Burdan bakınca şehir merkezini uçaktan görmüş gibi bir hisse kapılmak mümkün! Tepeden şehir merkezinin geniş panoramasını seyrederek keyifle çaylarımızı yudumluyoruz.
Aksam üzeri Fatsa’ya gelmek üzere şehirden hareket ediyoruz. Sinop’un çıkısında durup Sinop’a ait yöresel yiyecek “nokul”larımızı da hediyelik olarak alıyoruz. Yolumuz üzerindeki Gerze’ye uğruyoruz. Gerze, Sinop merkez gibi kalabalık değil. Sinop’un kalabalığından sonra buradaki sessizliği ve sükuneti fark ediyoruz. Çocuklar “çubuklu waffle”lerini yerken biz de limana karşı çaylarımızı yudumluyoruz. Artık Sinop’a ve Gerze’ye veda vakti yaklaşıyor. Hülya teyzeye ve evlatlarına bu güzellikler için teşekkürler…
Bana göre Sinop, ilkbahar ve sonbahar şehri. Şehir yaz aylarında çok kalabalık oluyor. “İğne atsan yere düşmez.” deyimi bu şehrin yaz kalabalığına anlatmak için söylenmiş sanki!
Bir edebiyatçı olarak bu şehir; bana her zaman Sebahattin Ali, Ahmet Muhip Dranas, Levent Bektaş ve diğer şair ve yazarları hatırlatıyor. Bir de sürgünü! Yazımıza Sinoplu merhum şair Levent Bektaş’ın bir şiiri ile son verelim:
SİNOP BU ŞEHİR
Bu şehir bir hüzün yumağı gibi
Her akşam avuçlarımda kilitleniyor.
Kıyılarına bırakıyorum yalnızlığımı.
Rüzgarlar hüzünlerimi inletiyor.
Bu şehir Sinop, Sinop bu şehir.
Ömrünü beş bin yıldır hala yaşıyor.
Bağrında bir kolye gibi kale surları,
Geçmişten geleceğe ulaşıyor.
Canı sıkılıyor üç mevsim boyu.
Bütün renkleri çağırıyor sessizce.
Tarihini yalnızlığına taç etmiş ömrü,
Yağmur yağmur ağlıyor içten içe.
Bana bu kadar yaşanmamış başka bir şehir söyleyin,
İçindeyken bu kadar uzak geçilmiş.
Bana bir ilaç, bana bir sevda, bana bir Sinop söyleyin,
Tertemiz bir doğada ömür seçilmiş.
Sinop, hiçbir sazın çalamadığı bir melodidir.
Varlığı yeter!
(Levent Bektaş)























