“Aşk sizi taçlandırırken, çarmıha da gerebilir. Hem büyütür hem budar sizi… Aşk bütün bunları siz yüreğinizin sırlarına eresiniz ve bilgiyle Hayat’ın yüreğinin bir parçası olasınız diye yapacaktır.” H. Cibran
Bazı insanlar var ki, diğerlerinden daha farklıdır. Onlar görmediklerimizi görüp, duyamadıklarımızı duyuyorlar. Kendimizi görmemizi sağlayıp, eksikliklerimizi tamamlıyorlar. Başka dünyaya ait aşklar, mutluluklar, hüzünler yaşıyorlar. Ellerini kalplerine sokup ışıl ışıl parlayan mücevherler dışarı çıkarıyorlar. Bildiğimiz kavramları alıp bilmediğimiz duygularla büyütüp yepyeni bir anlam oluşturuyorlar. Öyle ki ilahi bir nefes üflenmiş gibi sözlerine, cümlelerine, ellerine… Bildiklerimizin dışında başka görevleri olmalı bu insanların.
“Söyle bana May, söyle, bu dünyada ruhunun dilini anlayan kaç kişi var?” Merak ediyorum, seni sessizliğinde dinleyebilen ya da sükûnetinde anlayabilen birine kaç kez rastladın?
Bu görkemli cümlenin sahibi şair Halil Cibran, hedefi ise Mısırlı yazar May Ziyade. Yukarıda bahsettiğimiz diğerlerinden… Onlar sadece “mektuplardan” oluşan büyük bir aşk yaşamışlardı. Hiç karşılaşmadan, hiç konuşmadan, hiç dokunmadan. Cümlelerinin büyüsüyle ruhlarını ve aşklarını onurlandırdılar yirmi yıl boyunca. Kalplerinden, zihinlerinden çıkan her harf, her sözcük, her cümle büyük bir aşkı yapılandırmak için görevliydi. Yazarak daha da yücelen duyguları, keşfettikleri sonsuz bir ilham kaynağını kullanıyordu… Belli ki yaratıcı onların ruhuna, kalemine nefesinden üfleyerek, aşka ve edebiyata hizmet etmelerini sağlamıştı.
Kavuşmak, duygunun büyüklüğünü kaybetmeyi göze almaktır aynı zamanda. Belli ki ruhlarının bütünlüğünü bedenlerinde kaybetmekten korktular. May Ziyade’nin Cibran’ın evlilik teklifini kabul etmemesinin nedeni belki de buydu. Özlem bittiğinde ilham da bitecekti ve kavuşmak ruhsal mutluluğu ikinci plana atıp yerini dünyevi bir mutluluğa bırakacaktı. Onlar ise aşkın sonsuzluğunu ruhlarında bulmuşlardı.
Cibran öldüğünde May’in acısı ona, “Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu kadar acı çektiğini, bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım,” dedirtecek kadar derindi.
Bazen aşk, özlenen, rüyalarda görülen bir şehir; bazen de o şehirde bir köprü, bir nehir, bir dağ da olabilir…
Yazar Gündüz Vassaf yıllarca Mostar Köprüsü’nü görmek istemiş, bu hayaliyle yaşamıştı. Köprüye olan sevgisi kalbinde, zihninde öyle büyümüştü ki, aşka benzer bir bağa dönüşmüştü duyguları. Ona kavuştuğunda ise hissettiği derin duyguları şöyle anlatıyordu “Mostari” kitabında “Üstünden geçmeye hazır hissetmediğim Mostar Köprüsü’nde adımlarım ileri gidemedi. ‘Buraya gelmeyen yaşamamıştır’ yazdım not defterime…. Köprüyü elimle tutabildim. Gözlerim yaşardı. Hayatımda önceden bu kelimeyi kullanmış mıydım? “Allahım” dedim.”
Aşkın olduğu her yerde “kavuşmak ve kavuşamamak” iki nöbetçi gibi beklemekte. Bazen çok istesek de kavuşulamıyor, bazen kavuşmak mümkün İken istenilmiyor. Bazen de kaybetmekten korkarak kavuşuluyor.
“Yaşam” her şeyiyle büyük bir aşk. Onu dışarı çıkmaya hazır bir hazine, bir gök kuşağı gibi kalbimizde taşıyoruz. Gizli bir el “Seni seçtim” diyor ve kiminin kalemi, kiminin fırçası, kiminin sesi, kiminin elleri renklenip aşka dönüşüyor.
….Ve aşk görünenin, bilinenin aksine, sonunu kendi belirliyor.
Sonu güzel olan aşklar yaşamanız dileğiyle.