443 Memleketimden İnsan Manzaraları
“Kısamaz Kimse Sesini Ezanın!”
Yaşıtlarım çok iyi bilir. !950’li yılların ikinci yarısı ile 1960’ların başlarında din bilginlerimiz, “Ezanın, Kur’an’ın mikrofondan okunup hoparlörden verilmesi günahtır” derlerdi. Derlerdi de, birçok insan gibi, “Niçin günah olsun ki!” diyerek ben de kabul etmezdim bu görüşü.
Ama yanılmışım. Eleştireceğime alkışlasaydım keşke, o muhteremleri! Çok ileri görüşlülermiş de farkında olamamışım meğer. Niçin mi böyle söylüyorum?
Bunu açıklamadan önce, o günlerden bugünlere ülkemizin pek çok yerinde sıkça yinelenen gerçek bir öykü anlatmak isterim size:
Defne, lise ikinci sınıfta okuyan başarılı bir öğrencidir. Babasının onuncu ölüm yıldönümü mevlüdünde ayağa kalkayım derken gözü kararıp sendeleyerek yere kapaklanır. Uzun bir baygınlıktan sonra durumu daha da kötüleşir. Aile en yakın hastaneye götürür hemen. Defne nöbetçi doktorun sorularına hiçbir yanıt vermez. Anlamsız gözlerle bakar yalnızca. Durumunu yakınlarından öğrenen doktor, psikiyatri bölümüne sevk eder onu.
İlk muayeneyi Dr. Murat yapar. O da hiçbir sorusuna yanıt alamaz Defne’den. Gerekli tahliller için kan ve idrar örnekleri alınır. Gece boyunca uyuyamaz. Daha sonra rem uykusuna dalıp uzun süre hareketsiz kalır. Uyanınca, “Ben neredeyim? Burası otel mi? Ne işim var benim burada?” gibi anlamsız sorular sorar. Üst üste yüksek doz sakinleştirici verilir. Dr. Murat, “majör depresyon” teşhisi koyar. Verilen ilaçlar sonunda uykusu biraz düzene girer.
Tedavinin beşinci günü, hastane yakınındaki cami hoparlöründen yükselen sabah ezanı ile sıçrayarak uyanan Defne çığlık atarak koşmaya başlar. Zor zapt eder hemşireler. Bu gürültü patırtı sonucu, o bölümde yatan tüm hastalar da ayağa fırlar.
Bekâr olduğu için geceleri de hastanede kalan Dr. Murat, yüz desibelin üstünde hoparlörden fışkıran ezan sesinin birçok hastayı olduğu gibi, Defne’yi de uyandırıp onu inanılmaz şekilde olumsuz etkilediğine birçok kez tanık olur. Bir hekim olarak buna bir çözüm bulmak ister. Ama nasıl?
Müezzinle konuşup hoparlörü devreden çıkartarak çıplak sesle ezan okunmasının daha doğru olacağını düşünür. Öte yandan nöbetçi hemşirelere sabah ezanından birkaç dakika önce Defne’yi uyandırmalarını, balkona çıkarıp ezanı birlikte dinlemelerini tembih eder.
Bir gün ikindi namazından sonra camiye gidip müezzini bulur. Kendini tanıtınca, müezzin onu saygıyla karşılayıp odasına buyur eder. Hoşbeşten sonra Dr. Murat ziyaret nedenini anlatmaya başlar. O anlattıkça müezzinin yüz hatları gerilir. Daha fazla dinlemeye dayanamayıp:
“Siz ne istiyorsunuz? Ezanı yasaklayalım mı yani? Ezana inanmıyor musunuz yoksa?” diye sorar sertçe.
“Yok hocam, bunun inanmakla ilgisi yok. Benim istediğim hoparlörün devreden çıkarılması…”
“Bunun benim elimde olduğunu mu sanıyorsun efendi? Ankara’dan Diyanet İşleri Başkanlığından gelen emirlere uyuyoruz biz. Hoparlörü devreden çıkarmak benim elimde değil.”
“Peki hocam, hiç olmazsa sesini biraz kısamaz mıyız?”
Müezzin, amma da cahil adam der gibi Doktoru şöyle bir süzüp alaycı bir ifadeyle:
“Hoparlörler merkez camiine bağlı. Ezanı okuyan ben değilim. Merkezden tek müezzin okuyor; tüm camilerden yayınlanıyor. Bizde de bir amplifikatöre bağlı olarak minaredeki hoparlörden yankılanıyor.”
“Peki, amplifikatörden ses biraz azaltılamaz mı?”
“Hayır efendim, anlamıyorsunuz! Hem ezanla bu kadar niçin uğraşıyorsunuz? Ezanı ne kadar çok kişi duyarsa o kadar iyi, o kadar eftal.”
Sabit fikirli müezzinin Doktoru anlaması mümkün değildir elbette. Dr. Murat çok büyük suç işleyen bir kimseye reva görülen davranışın muhatabıymış gibi acayip duygularla döner hastaneye.
Doktorumuz şansını bir de Bursa Müftüsüne giderek denemek ister. Derdini anlatınca, aynen müezzin gibi o da, “Ne demek istiyorsunuz siz Sayın Doktor? Ezana karşı mısınız yoksa?” demesin mi? Dolayısıyla müftüden de eli boş döner.
“Müezzin de müftü de anlamadılar beni. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı mutlaka anlayacaktır!” diye düşünüp Ankara’ya bir dilekçe döşenir: Cami müezzini ve Bursa Müftülüğüne yaptığı başvurulara olumsuz yanıt aldığını, ezanın çıplak sesle okunmasından vazgeçtim, sesinin kısılması ricasının bile alaycı bir dille reddedildiğini, yalnız hastanedeki hastaların değil, çevrede yaşayan hasta, uyuyan bebek ve turistlerin de bu yüksek sesten çok rahatsız olduklarını yazar. Ayrıca:
“Konuyu dinsel açıdan ben de inceledim. Her şeyden önce ezanın hoparlörle okunmasının caiz olmadığı sonucuna vardım. Nitekim 1954’te Başkanlığınızın Müşavere Kurulu da böyle karar vermiştir. Özetlemek gerekirse kısık sesle bile olsa hoparlörle ezan okumak günahtır. Müslümanı, hastaları, uyuyan bebekleri rahatsız etmek daha da günahtır. Tanrı’nın kullarına eziyet olsun diye kural getirebileceği ya da kullarının rahatsızlığından hoşlanan bir Tanrı’nın varlığı düşünülebilir mi?”(*) deyip basar imzayı.
Ne dersiniz? Olumlu bir yanıt alabilmiş midir acaba Dr. Murat? Bırakın olumlu yanıt almayı, sonraları bir kulp bulup bu büyük suçunun cezasını çok ağır biçimde ödetirler ona.
Vay be, 1950’li 1960’lı yıllardaki din adamlarımız ne kadar ileri görüşlülermiş meğer!
(*) Bu öyküyü, Bursa/Gemlik/ Kurşunlu’da yaşayan Emekli Bursa Cumhuriyet Başsavcısı 96 yaşındaki seçkin yazarımız Sayın Ali Rıza Cemeroğlu’nun değerli eseri GEREKSİZ ADAM kitabından özetledim.
Hüseyin Erkan
























