Kasım ağa şemsiyesiyle özdeşleşmişti. Şemsiyesi yıl boyu, ceketin arkasında asılı kalıyordu. Ceketini çıkarır ve kapının arkasına taktığında şemsiyesi yine asıldığı yerdeydi.
Kasım ağa kendi yağı ile kavrulmaya çalışan, züğürt ağa misaliydi. Kırlaşmış ve iyice seyrelmiş saçlarını şapkasının altına gizliyordu. Kırışmış derisi, güneş yanığıydı. Renkli gözleri kırmızı suratında daha belirgindi.
Elmacık kemikleri çıkık ve kulakları şapkasının altına girerdi. Orta boylu ve tıknaz bir vücut yapısına sahipti. Çocukluğunu ve gençliğini yaşamamıştı. Bahçe ve tarla işleri ona bakar olmuştu. Onun için, “toprakla yoğrulmaktan göz açamadım,” diyordu. Elleri takoz kesmişti. “Isırgan elimi yakmaz, diken geçmez,” diyordu.
Kasım ağa dertlenmeye dahi hâli olmadan, karşı tepelere bakıp “eli başına eren gitti,” dedi. Toprakla uğraşmak istemediler, ayrıca toprağımızın da üç aileyi beslemesi zordu. Onun için, şehirlere gittiler ve ancak tatillerde geliyorlar. Yalnızlığı hanımla paylaşıyoruz. Gidenleri arayan gözlerimiz, bazen yaşlarla doluyor. Analar çocuklarını özlüyor ama hayatın cilvesi, nazları bize geçiyor. Sağlıkları yerinde olsun da kabulümüz, arada gelmeleriydi. Ruhumuzun derinliklerinde torunlarım yer alıyor. Onlar gözümde tütüyor. Yaz tatilini adeta iple çekiyorum.
Hanımla hafta günü pazara gider, ihtiyaçları alır ve yemeğimizi yer ve eve döneriz. Kasım ağanın bu tutkusu çocukluğundan beri devam ediyordu.
Kasım ağa “sağlığımı hayvanlarıma borçluyum,” diyordu. Hayvanlarımla her şey zamanında, ilgileniyorum. Onları aynı saatte yedirir ve sağarız. Onları sevgi kuşağımızla sararız. Onun için, yanımızdan ayrılmazlar.
O gün pazardan geldiklerinde, bir kucak odun alıp eve girdiler. Ağa ceketini kapının arkasına astı. Gözü ceketine aldı ve şemsiyesi yoktu. Tekrar baktı ve odunlara gitti. Odun yığınının çevresine ve yola baktı. Şemsiye yer yarılmış içerisine girmişti. Hanımına seslendi. “Şemsiyeyi en son ne zaman sırtımda gördün,” dedi.
Kasım ağa pazara döndü. Uğradığı yerleri dolaşacaktı. İlk olarak arabacıya sordu. Oradan, kahveye gitti. Kahveci, Ağa, dertlenme sana yenisini alacağım, o zaten solmuştu dedi. Pazarcılara tek tek uğradı. Şemsiye sırtında asılıydı, dediler.
Ağanın lokantaya uğraması gerekiyordu. Sergilere bir daha baktı. Aradan geçti ve lokantanın arka kapısından girdi. Lokantacı ağaya hoş geldin, dedi. Ağa şemsiyeyi sorunca, iyi ki, senden kurtuldu, bırak şemsiyenin yakasını, dedi. “Konuşmayı bırak da şemsiye hastalığımı gider,” dedi.
Kasım ağanın sıkıntısı gittikçe artıyor, çünkü, şemsiyeden uzaklaştığını sanıyordu. Gerçi şemsiyesini gören herkes tanıyacağı için kaybolma durumu yok gibiydi. Ağa kendini kandırılmış hissediyordu. Pazarı dolaşmış hiçbir bilgi elde edememesine iyice canı sıkılmıştı. Akşam olmak üzereydi. Lokantacının gözüne baktı ve bir şeyler bildiğini fark etti.
Kasım ağa şemsiyen burada sırtından düşmüş nasıl olur da fark edemezsin. Kasım ağa “şemsiyem burada mı kanatlandı,” dedi. Garson güldü, “patron sırtından aldı, duymadın,” dedi. Kasım ağa, “patronuna söyle haftaya, gözüme görünmesin. Eve de aç karnına döneceğim,” dedi.
Kasım ağa eve vardığında hava kararmıştı. Hanımına rahat nefes aldığını söyledi.
Hasan TANRIVERDİ























