İnsanoğlu dünyaya ayak bastığında taşı görünce evirip çevirip baktı, sertti. İleri kara parçasına doğru attı, “Küt!”, diye, suyun olduğu bir yere attı, “Foş!” diye ses çıkarttı. “Bu nasıl bir şey?” diye, şaşırdı. Çünkü Tanrı ona 1,4 kg ağırlığında üç şehrin santraline denk gelecek taze bir beyin vermişti. Ona, miskince oturma, yürü, hem de başın dik olarak yürü, sana ihtiyacın olan şeyleri verdim. Gözlem yap, iyi çalışırsan ileride ne mucizelerle karşılaşacaksın” diye de kitaplarında bu anlama gelebilecek ayetlerle öğütler verdi. Bunları yaparken; “Adaletli ol, çalmadan ve hak yemeden nimetlerimden faydalan,” diye de uyardı. İnsanoğlu, büyük bir yaşam yolculuğuna çıktı. Taşı önce denemek için kardeşine bir dava yüzünden sinirlenerek attı. Aaaa… Bir de ne görsün? Kardeşinin kafasından kanlar akmaya başladı. Parmak ucunu değdirip tatmak için diline götürdü ve farklı bir tat yakaladı. Suya da benzemiyordu. Kıpkırmızıydı her ırktan insanın kanı gibi… İnsanoğlunun canı sıkılınca, taşa bir kez daha baktı, “Ben bunu istersem şekilden şekle sokarak, yontarım, hatta üstünü de bir güzel cilalarım,” dedi. Yaptı da… Dağları aştı, bulduğu taşları yonttu. Onlara şekiller verdi. Bir de ne görsün, sanat eserlerini bilmeden ortaya çıkardı. Taşı uzunca yaptı, ortasını oyup içine ağaçlardan bulduğu kalınca bir sap ekleyip bulduğu kamışların kabukları ile bir güzel bağlayıp kendine, hatta birlikte olduklarına silahlar yaptı. Kendine düşman bildiği, malına göz koyanlar ile vahşi hayvanlardan korumayı da öğrendi.
Yürümeye başladı. Yürüdükçe yeni yeni yerler keşfetti. Ormanın içlerine daldı. Ağaçlardaki çeşitli meyve türleri ile tanıştı. Onları tattı… Elindekine baktı, iyi bir silahtı. Bu kez neden bir ok yapıp da ileri fırlatarak hayvan avlayıp yemeyim, dedi. Şimşek çakınca korktu. Yıldırım düşüp ortalığı ateşe verince, ben bunun aynısını yaparım dedi. Sevişirken ateşler içinde kalmayı da öğrenmişti zaten. Sürtünmeyi buldu. Hızla elindeki cisimleri birbirine sürekli döndürerek dumanları gördü. Sonra ateş yanınca çılgınlar gibi sevindi. Üzerine avladıklarını koyup pişirmeyi de öğrendi. Yediğinde farklı lezzetleri de yakalamıştı. “Tamam, ben bu gidişle dünyanın anasını ağlatırım” diyerek yürüdü… Yürüdü… Dünyayı sonsuz gördü. Kaynakları bitmeyecek zannetti. Topraklara baktı, uçsuz bucaktı. Eline alıp inceledi. Kimisi sertti, kimi yumuşak, kimisi de rengârenkti. Beynini çalıştırdı ve toprakta mutlaka farklı bir şeyler olabilir, düşüncesiyle elindeki aletlerle bu kez mezar kazar gibi kazmaya başladı derince… Bir de ne görsün, ayrıştırdıkları farklıydı. Onları yaktığı ateşte eritmeye başladı. Şekil verdikçe heykeller yaptı. Onlardan da silahlar yaptı. Taşa hiç benzemiyordu. Anında can alıyordu. Tanrı “Birbirinizi öldürmeyin. Benim verdiği canı ben alırım.” diye emir verse de…
Ormanların içine daldıkça çeşit çeşit ağaç türlerini gördü. Vahşi hayvanlar aniden önüne çıkıp rahat vermiyordu. Korkup kaçtı. Ama nereye kadardı? Biraz ilerledikçe bir de ne görsünler, kendileri gibi insan topluluğu. Onlar da yiyecek derdindeydiler. Saklandılar. Yaptıkları yeni silahlarla kendilerini korumasını da öğrenmişlerdi. Artık savaşlar başlamıştı. Yeri geldi bir uygarlığı bile ortadan kaldırmışlardı. Her kafadan ses gelince, böyle gitmeyeceğini anlamışlardı. Kendi aralarında bir lider seçip onun adına “Kral” dediler. Bu kral, öylesine güç oluşturmuştu ki, artık kendini bir Tanrı gibi görmeye başladı ve emrindekileri adeta köle haline getirmiş ve kendisine taptırmayı da becermişti. Felaketler geldikçe insanlar, krallarına koşup yardım istediler. Onlara en pahalı hediyeler sundular. Krallar, şımarmıştı. Efsaneler uydurmaya başladılar. Gökyüzünde at arabası ile gezerek şimşekleri durdurduklarını, rüzgâr çıkardıklarını ve bereketli bir ortam sağladıklarını söyleyerek tahtlarının keyfini çıkartıyorlardı. Tarihçiler ileride bu olup bitene hem “Mitoloji” ile “İlk Çağ” adını vereceklerdi.
İnsanoğlu artık kabına sığmıyordu. Yeni yeni yerler keşfetmek için kavimlerini farklı mekanlara doğru taşımaya başladılar. Gittikleri yerde koloni kurup genişlemenin iyi bir şey olduğunu ve birlikten kuvvet doğduğunu öğrendiler. Üst yönetim, bu işi üstlenmiş ve bunun bedeli olarak da kendisinden aşağıya olanlardan daha iyi yaşamayı istemişlerdi. Artık kavimler yerinde duramıyor, büyüdükçe büyüyorlar ve ülkelerin ardından imparatorluklar meydana getiriyorlardı. Dünyanın her tarafında farklı farklı ritüellik gelişerek yeni dinler ortaya çıkıyordu. Toprakları farklı dinler altında bölünmeye başlamış ve bu kavimler çoğalarak sınırlarını çekerek ordularını da kurmuşlardı. Her ülkenin amacı güçlü olmak ve dünyada söz sahibi olabilmekti. Bunun için ülkelere savaş açıp onların ganimetlerini ele geçirmek gerekirdi. Bazıları bilimi rota yaparak öylesine geliştiler ki, dünyanın bir ucundaki ülkeleri kendilerine sömürü haline getirdiler. O ülkelerin hem emeklerini hem de yer altı madenlerini çalıp ana vatanlarına taşıyarak kendi kavimlerini rahat ettirmenin yollarını aradılar. Kendilerine karşı gelenlere savaş açtılar. Sürgüne gönderdiler ve kendinden olanları sömürdükleri ülkelerin yönetimlerine geçirerek halkına nefes bile aldırmadılar ve tarihçiler bu duruma “Sömürü” adını verdiler. Bunu yaparken dini de araya katarak, “Senin dinin.” , “Benim dinim.” diyerek, “Benim yaptığım şekilde Tanrıya ibadet edeceksin, yoksa seni öldürürüm.” dedi ve dediğini de yaptılar. Oluk oluk kan akmaya başladı ve dünya kanla kirlenmeye devam etti. Cennet gibi köşeler istila edildi. Şehirler kuruldu ve insanlar birlikte yaşamayı burada öğrenmeye başladılar. Bunun adını tarihçiler, “Medeniyet” koymuşlardı. Burada birlikte; eğitimi, çalışmayı, sanatı, eğlenmeyi öğrendiler. Köyde kalanlar ise onlara sebze meyve ve tahıl ürettiler. Onların da hayalleri şehre gidip onlar gibi refah içinde yaşamaktı. Bu kimilerine göre ütopyadan başka bir şey değildi. Ama şehirler zaman geçtikçe kirlenmeye başlayınca bu kez köylüler, bulundukları mekânlarla övündüler. “İyi ki oralara gitmemişiz,” dediler.
Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe genişliyordu. Topraklarına toprak katmayı ve gittiği ülkenin ganimetlerini almayı adet haline getirmişti. Altından varaklı saraylar yaptırdılar. Padişah ne derse o oluyordu. Babadan oğula bir yönetim olduğu için akıllısı da padişah oldu delisi de… Ve bir gün akıllı padişahlardan Fatih Sultan Mehmet, o yıllarda elli-altmış bin nüfusu olan İstanbul’u Bizanslılardan dahi hane bir savaş taktiği ile gemileri karadan yürüterek almıştı. Batı buna sinirlenerek tarihçileri “Böyle olmaz, orta çağ bitmeli ve yeni bir çağ başlamalıdır.” diyerek, Orta Çağı sonlandırıp Yeni Çağ’a “Merhaba” demişlerdi.
O yıllarda bugünkü gibi siyasi sistemler yoktu. Ağalık, kral veya rahat eden çevresi gibi aristokrat bir kesim oluşmuştu. Fakir halk, bunların yaşantılarını görünce ve açlıktan kırılmaya başladığı bir ortamda birleşerek ayaklandılar. Sanayi devrimi ile birlikte seri üretimler makinalarla başlayınca, zenginler bu kez zenginlikleri daha da artırdılar. Zenginliklerini korumaları lazımdı. Birlik olup bir oluşum etrafında birleştiler. Ardından iktidar denilen gücü ellerine geçirerek işlerini daha rahat yapmanın yollarını aradılar. Kendilerine veya ülkelerine saldıracaklara karşı ne yapılmalıydı? Ordu ve polis gücü kurulmalıydı. Bunu da yaptılar. Onları silahlarla donattılar. Diğer tarafta işçiler, zor şartlarda ve düşük ücretlerle çalışmaya başladılar. Onlarda kendi aralarında birlik oldular. Krala ve zenginlere karşı gelince, polis gücü zenginden yana tavır alarak işçilerin üzerine yürüdüler. “Sus ve itiraz etmeden ne verirsek onunla çalış! Kanun da güç de biziz!” derken, artık emek kavgası başlamıştı. Bunun ışığı 1789 yılında Fransa’da alevlenince, tarihçiler bunun adını “Fransız İhtilali” koymuşlardı. Artık krallar ezilenlerin haklarını vermek zorunda kaldılar. İnsan Hakları, Anayasalar ortaya çıkıp şekillenmeye başladıkça dünya artık sistemleri olan bir şekilde yönetilmeye başladı. Kimi zaman sosyalizm kimi zaman kapitalizm yer değiştirerek iktidarda söz sahibi olmaya başladılar. Siyaset bilimciler, partileri önerdiler. Kurulunca kitleleri kendilerine çekmeye çalıştılar. İnsanlar seçimi de bulunca bu iki kesim arasında iktidara gelme savaşı iyice kızışmış oldu. Sermayesi güçlü olan farklı propagandalar ile seçmenlerinden oy devşirmenin yollarını ararlarken, ortaya çıkan Machiavelli denen bir siyaset bilimci, “İktidara gelmek için yalan söylemek mubahtır.” söylemi ile siyasilere kötü örnek olacaktı.
Artık insanlar “Yakın Çağa” yani yaşadığımız şu günlere gelinceye kadar teknolojiyi öylesine geliştirdiler ki, bu teknoloji bir gün insanlığın başına bela olmaya başlayacaktı. Ekranların gittikçe şekil alması, fabrikalardaki otomasyon ve yapay zekâ dediğimiz ‘Dijital Çağ,’ artık insanları işlerinden etmeye başlamış ve işsiz kalan insanlar kendilerini imha etmenin yollarını aramaya yönelmişlerdi. Yani, o yürüyen ve araştırmacı insan gitmiş, feedback yaparak anne rahmine geri dönmüştü…
Şimdilerde gözle görülemeyecek büyüklükteki Covid-19 denilen mikro düzeydeki bir mikrobun gücü hiçbir şeyde yoktu! Ne atom bombasında ne de başka bir silahta. İnsanoğlu bunu da başarmış ve bu mikroptan korkutularak kışın yuvalarına çekilen karıncalar gibi evlerine kapanmıştı. Tıpkı akvaryum içindeki balıklar gibi bir odadan diğer odaya giderek eski günlerin özlemleri ile yanıp tutuşuyorlardı. Bilmiyordu ki artık yaşadığı o güzel günler anılarımızda kalacak ve bundan sonraki yaşamları artık farklı olacaktı. Çünkü o zengin dediğimiz zümre dünyada büyük bir güç olmuş ve bunu böyle buyurmuştu!
Zurnanın zırt dediği bu çağa ne ad verilirdi? O kadar çok isim var ki, Örneğin; “Eve kapanma” , “Dijital”, “Yapay Zekâ” “Dokunmanın Bittiği” , “Maske” , gibi birçok Çağ isimlerini koyabiliriz. Artık Yakın Çağ’da tarihe gömüldü. Ben bu çağın adını “ZOR ÇAĞ” koydum. Çünkü istediğimiz kadar teknolojinin en güzel nimetlerinden faydalanalım ama hiç kimse bundan böyle kolay kolay toplumsal olamayacaktır. Gelecekteki insanlar yalnızlık kabuğuna çekilerek bencil bir yaşam tarzı içinde yaşadığını zannedecektir. Birbirlerine sevgi ile dokunmadan uzak, ten kokusunu alamadan zoom denilen ekranlar ardındaki yayınlarda ne yazık ki, bir şeyler yaptıklarını zannederek ilk çağları oynayacaktır! Bu çağ hepimize zor gelecek, zor!..
Hoş geldin “ZOR ÇAĞ!”
Ertuğrul ERDOĞAN