Kültür Bahçesinde, o ilk girişte soldaki salıncaklı çardakta oturuyordum. Güzel bir öğleden sonrasıydı. Nedense, o girişten gelip gidenleri seyretmek hoşuma gidiyor. Bazen nadir de olsa konuşmaktan zevk aldığım orijinal tanıdıklar da geliyorlar, iş güçleri de olsa, gel yahu bir kahve çay Niğde gazoz ısmarlayayım, deyip çağırıyorum yanıma. Oturuyoruz; bazen kısa, bazen uzun, havadan sudan nerden gıybet varsa yapıyoruz.
Geçenlerde de otururken Gökay geçiyordu, yine dalgın dalgın. Yanıma doğru eğildim, bir çakıl taşı aldım, önüm hizasından geçerken hala fark etmediydi, ayaklarına fırlattıydım taşı; adam, nasıl bir dalgınsa, her yana baktı bir bana bakmadı. Yürüdü gitti. Fakat dönerken azcık bir sesle seslendim de duydu, hayret, dedim. Yine eğilmiştim yanıma, bir çakıl taşı daha almaya… bu sefer kafasına atacaktım taşı. Ufaktı, yarmazdı kafasını. Atsaydım da, yarsaydı kafasını, açıklama yapabilirdim. Çocukluğumdan beri böyleyim, derdim. Az kalsın, sövecektim, dedi. Hangi şerefsiz attı bu taşı! diye azcık bir hırladım içimden, dedi. Sonra güldüydük. İyi çocuktur, Gökay. Fazla zekadan biraz çatlatmış kafayı, hepsi o kadar.
Neyse. İşte, o salıncaklı çardakta oturmuş güzel bir öğleden sonrasının kendi halinde seyrini sürüyorum. Kültür bahçesinde tavuklar ve ördekler de vardı bir zamana kadar. Tavuk ve ördek, bilhassa ördek beslemeyi seven birkaç arkadaş vardı yan kurumda. Onlar gidince vakvakları, bıkbıkları da eksildiği için daha huzurlu bir mekâna dönmüştü Kültür bahçesi kafe, çay bahçesi.
Yan taraftaki bahçede yemlenirlerdi normalde. Fakat ben ne zaman orada otursam yanıma yanaşırlar, bilhassa ördekler, kafamı zonklatırcasına ötüp dururlardı. Bazen, lan bu ördekler bana bir şey mi anlatmaya çalışıyor diye şüpheye de düşerdim. Bazen, eroin filan çektiklerini düşünürdüm. Çete halinde gezerlerdi. Bir ekip. Bir dördüncüsü de vardı, geçen yıllarda rahmetli oldu gariban. Normalde dörtlü bir çeteydiler yani.
Bir de, o bahçeye gelen dört karanlık adam var. Dördünün de tamponu büyük. Özellikle son bir yılda hepsi kilo aldı. Geçen hafta biri Range Rover’ını eğledi bahçenin kapısına. Bahçeye girmedi de, hemen karşıdaki bankaların olduğu tarafa yürüdü. Orada da fark etmiştim. Adam, yürümekte bile zorlanıyordu. Kalça ve bel sorunları belirginleşmişti, özellikle şu son yıl. Diğer üç arkadaşı da öyle. Hepsi tamponu büyüttü.
Neyse. İşte bu bizim ördeklerin ilginç bir özelliği daha vardı. Benim yanıma mutlaka gelirler, gürültü çıkarırlardı fakat onlar o bahçeye geldiklerinde onların masasının yanına giderler, orada da öterler fakat ek olarak bir de bir şey yaparlardı. Dışkılarını o dört adamın yanına bırakırlar, sonra yine benim yanıma gelirlerdi. Artık gürültüden iyice rahatsız olduğumda ise, sanki insana konuşurmuş gibi, yav bir gidin hele, yeter yav, derdim. Hayret bir şey olurdu; gerçekten de giderlerdi yan bahçeye.
Ara ara düşünürdüm; bana bir şey mi anlatmak istiyorlar?.. diye.
Neyse. Sonra, ortadan kayboldular. Ördek bakıcısı namıyla meşhut Ördek Fehmi diye bir öğretmen vardı. O da seviyordu ördekleri. Gittiğine göre, gitmeden kesip yemiştir ördekleri. Gerçi, ördeğin eti pek meşhur değildir, diye biliyorum; fakat, yenmiş olabilir. En ufak tüyünü teleğini bile boş komamıştır Fehmi. Sevimli bir öğretmendi. Diz kapağından omuz hizasına kadar aynı kalınlıklı vücudu ona ayrı orijinal bir sevimlilik katardı. Sanki büyük, ağır bir kutuyu veya ne bileyim ördek yemi çuvalını taşır gibi yürürdü. Ördek yemi çuvallarını taşırken birkaç kez denk gelmiştim. Aşırı efordan yüzü de kızarmış olur, nedense gözlerinde sebebini anlamadığım, bir sevinç yakalardım. Ördekleri çok seviyordu, nedense.
Fakat iki hafta olmadı duyalı; ölmüş Fehmi. Kalp krizi geçirmiş. Hastaneye yetiştirilemeden kuyruğu titretmiş Fehmi. Ne diyelim; bol ördekli cennette altından ördek yemi konveyörleri harıl harıl işleyen bir amin dileyelim.
Neyse.
Oturuyordum o salıncaklı çardakta. Arada bir, hafif bir kıç hareketiyle sallandırıyordum salıncağı. Girişte tanıdık bir yüz gördüm. Fakat, hemen fark ettim; kireç gibi bir yüz. Ceset gibi mi desek. Ayhan abiydi orada duran. Bahçeye girişteki iki basamağın başında, sanki bir uçuruma bakar gibi bakıyordu. Bir şeye bakıyordu…gibi ama başka bir şey vardı… ayakta duracak hali yok gibiydi. Bir an, sanki düşecek sandım… en az yarım dakika öyle baktı aşağı doğru… Sonra zorla bir adım attı. Sol koltuğunun altında bir telli dosya vardı…
Seslenmek istedim. O hali beni iççi olarak durdurdu. Zorla, Walking Dead dizisinin zombisi edasıyla, ilerlemeye çalışıyordu. 2-3 metre ilerideki masalardan birine zorla vardı, oturdu. Bu sefer de masada bir şeye daldı gözleri.., öyle kaldı. Masada bir şey yoktu, yani.
Solumda bir ses belirdi. Epeeeyce bir süre ortalarda görünmeyen Halil yine peyda olmuştu. Oğlunun kadın sattığını öğrenmiş; başka pis işlerini de öğrenmiş dedi, Halil. İstanbullu, uzun boylu bir genç bir kadın vardı, hatırladın mı? dedi Halil. Kısa saçlı. 30-35 yaşlarında. Gelir oraya, öyle otururdu. Sonra sonra, makyajına biraz daha önem vermeye başlamıştı. Neyse. İşte onu satıyormuş.
Nasıl satıyormuş, o kadar insanın içinde?.. dedim. İşin tiyatro kısmı o. Şimdi yani, alsa bu kadını, atsa arabasına, öyle satsa zor olur, adı da çıkar. Arkadaşlarına ve en fazla arkadaşlarının arkadaşlarına satarmış. Elimde güzel parça var, dermiş. 300, 500… kime ne tutturursa baya bir satış yapmış. Haa, dedim. Bana da bir yoklama çektiydi, hatırladım, dedim.
Ayhan abinin o koltuğunun altındaki dosyada neler var! dedi, Halil. O sırada, Ayhan abiye baktım bir ara. Dudakları hafiften kımıldıyordu. Duyuyor musun? dedi Halil. Hayır, duyamıyorum, dedim. Kime çekti bu oryantal çocuğu… diyor zikir eder gibi. Yineliyor sürekli.
Kime çekmiş, Halil? dedim. Diyor ya, dedi Halil.
Anlamadım, dedim. Soru sorup duruyor, bir cevap vermiyor ki, dedim.
Halil, şöyle biraz durup 15-20 saniye bana baktı. Karadut içerdin eskiden, şimdilerde hiç içmiyorsun, dedi.
Sen yine beni sinirlendirmeye geldin, sanırım. Ördekler gitti, sen geldin şimdi de ha!.. Yoksa sen o ördeklerden birisi miydin?..
Evet, dedi, Halil. Dört ördekten biriydim. Sonrasında biri ayrılmıştı aralarından. Sen de dahil herkes onu öldü bilmişti. O ördek bendim işte, dedi.
E, ölmedin de nere gittin, niye gittin, nasıl gittin?..
Ördeklerin de mafyaları vardır, dedi Halil.
Şimdi de mafya mı oldun! dedim.
Ben, dedim, bırakalım bu işleri, gidelim banliyöde temiz çamurlu bir bahçede namuslu bir hayat sürelim dedim, beni dövdüler, tüyümü teleğimi yastığımı komadılar… kaçmak zorunda kaldım, dedi Halil.
O üç ördeğe ne oldu? Birden ortadan kayboldular, dedim. Kesip yendiğine ilişkin bir kanaatten sonra unutup gittiydik, dedim.
Uyuşturucu batağına saplandılar, satmayı da aşıp. Altın vuruş yapıp, çıldırdılar. Bahçeden kaçmışlardı bir ara, anlatmıştın ya, dedi Halil.
Evet. Kargocular bunları bulmuşlardı.
Geri getirildiklerinde çıldırmaya devam etmişler tabii, dedi Halil. Birkaç köpeğe kafa tutmuşlar, köpeklerin bölgelerini dışkılarıyla işaretlemişler… az bir gün sonra o köpeklerin birinin saldırısıyla telef olmuşlar. Sonrasında, yendiler mi yenmediler mi bilmiyorum, dedi Halil.





















