–Halil’i dertli gördüm, yine yan bahçede. Bir gövel ördeğe derdini vakvaklarken. Yaklaştım yanına ağır adımlarla.
Yaklaştıkça Türkçeye döndü sesleri. Ördek dedi ki; kendine gel, Halil. Halil, konuşmaya devam etti..-
Toprak belletir size ölüyü, diriyi. Etinizi kemiğinizi bir perdeyi açar gibi açar. Ölüdür ki insan, yaşar sanır kendini.
Yaşar ki insan, her ölüye gönlünde bir kürek toprak atar.
Ölüdür ki insan, gördükçe ölüleri neşe tutar gönül san-dığından. Yaşar ki insan, her ölü görüşünde taşar gönlünde
mezar taşları, anılardan sivrisinekler dönmüş iniltileri.
Yahu Halil, bu kadar derinden ürkütme bizi. Artık bakınca sana bir mezar da bize kazar görürüm yılgın ölgün gözlerinde.
Bak! Sen, ölülerin çokluğundan ölü bilmişsin kendini. Ve artık kokudan mı, uçmuş belleğin dimağın kafa tasın.
Kendine gel!
Hürmeten, rahat bırak. Arkasından değil, üstünden kötü de konuşma. Biz, yerin altındayız. Mezar taşlarının çokluğundan.
Hangi mezarlık taşır bunca taşı? Bir mezar taşı bile senden ağırken; yerin üstünde bunca ölü varken.
Gövel ördek “vaak!” dedi. Halil, baktı ördeğe. Haklısın, dedi. Arkalarını döndüler, yürüdüler, gittiler.
Yaban cevizi ağacının dalında bir kumru varmış…
Sanırım, onların gitmesini bekledi. Bir iki metre önüme; çimlerin, mavi zambakların arasına spiral bir iniş yaptı Narin Bir Kumru.
Bakmasını bekledim bana Kumru’nun. Baktı da, şöyle bir yandan.
Ölmek ne! Yaşamak ne! Kumru baktı bana şöyle bir yandan.





















