Bazı anıları kağıda dökebilmek kolay değil. Kısaca yazamıyorsunuz. Ne kadar uğraşsanız elinizden gelmiyor. Bedeninin ve ruhunun zerrelerine vatan hizmeti kazınmış Gız Öğretmen’in ömür boyu iliklerinde taşıdığı bu anıyı şimdi okumaya başlıyorsunuz. Ön bilgileri vermeden, içimdeki meslek aşkını izah edemeden, “Köylü milletin efendisidir.” diyen Atatürk’ümün asil köylüsünün; öğretmenine nasıl sahiplendiğini ve koruması altına aldığını yazmadan nasıl başlayabilirdim ki?
Göreve başladığımın ilk günlerinde ilk defa köy düğünü görmek kısmet olmuştu. Düğün sonrası eve dönmem zor olduğu için Emraşe Teyze’nin (Emir Ayşe) yanında geceledim. Gece boyu doğru dürüst uyuyamadık. Emraşe Teyze’nin anılarını dinlemek o kadar heyecenlı, bir o kadar da yürek yaralayıcıydı. Senelerce nişanlısını beklemiş. Bir gün şehit oldu haberini almış. Tabii kayını ile evlendirmişler belli bir zaman sonra. Çoluk çocuğa karışmış. Torun torba sahibi de olmuş. Gelmiş yolun sonuna ve yapayalnız günlerini saymakta. Ara sıra derinden ohlar çekiyordu. O yaşında bile gözlerinden aşk; büyük voltajlı ampül gibi parlıyor ve benim derinlerime yayılıyordu. O masum yüzü nasıl unuturum? Beyaz tenli, iri iri kahverengi gözleri ve başındaki oyalı beyaz tülbentten dışarı çıkan kar beyazı örgüleri ile bir melekti sanki. Gözlerinden taşan özlemi, hasreti bunca yıl nasıl taşımıştı? Nişanlısını hiç ama hiç unutamamış. Hep”bir gün geliverecek” umuduyla yıllarını geçirmiş.
Odayı aydınlatmaktan aciz kalan gaz lambası, Emir Ayşe Teyze’nin yüzüne nurlar yağdırıyordu âdeta. Duyduklarım iliklerimi titreştiriyor, katiyetle izah edemiyeceğim içimdeki duyguların taşkınlığıyla bedenimin zerrelerinde kavruluyordum. Zihnimin odalarında şimşekler çakıyor, duygularıma ardı sıra yıldırımlar düşüyordu. Sık sık; “Ah öğretmen gızım ah! Allah’tan Gurtuluş Harbi’ni gazandık. Te o zamandan beri savaş mavaş galmadı. Yavuklu gızla benim gibi başı bozuk galmeyola gari. Ben yavuklumu heç mi heç unutmadım.” derken, kahve rengi badem gözlerinden hüzün damlaları yanaklarını yalayarak aşağılara iniyordu. Sarıldım, beni kollarının altına aldı. Koyu kestane, omuzlarımdan ağaşıya belime doğru uzanan saçlarımı okşarken; “Sen şanslısın gızım, gecede gündüzde dönmesini beklediğin yavuklun olmecek. Cansız bedenini bile gömediğin şehidinin yolunu bi ömür boyu gözlemicen.” diye mırıldanıyordu.
Pencere kenarında, kaneviçe işlemeli yastıklar ve örtülerle donatılmış bir sedir vardı ve biz karşılıklı oturuyorduk. Zaman ne çabuk da geçmişti! Sabah ezanı yaklaşmıştı. Paldur küldür ayak sesleri gelmeye başladı:
“Gelenler kim Emir Ayşe teyzem?”
“Gelin gız ve arkıdeşleri öretmen gızım.”
“Bu saatte mi?”
“He ya! Su doldurme gidibatıla.”
Pencereye yaklaştım, sokaktakileri seçmeye çalıştım. Evet! Evet! Bunların hepsi genç kız ve omuzlarına birer testi yüklenmişler. Fısıldayarak yukarı mahalleden aşağıya doğru gelmekteler.
“Bugün gerdek gecesi. Gelin kız hemen işe başlamış. Bu nasıl iş teyzem?”
“Öretmen gızım, bizim bulada böle. İçme suyumuz yok. Taaa dört beş saatlik yeden su almeye gideriz hepicimiz. Yaşlıyım deye bene yardım edele hep. Testimi doldurup getiriverile her zaman”
“Göz gözü görmüyor! Biraz daha geç gitseler olmaz mı?”
“Olmaz! Olmaz! Erken davranivemezlese gaynakta su bilem bulumeveriler.”
“Ben de onlarla gitsem olur mu?”
“Bugün olmaz gari. Başka bi gün gidesin. Ben sene haber veririm gızım.”
“Sakın unutma ama olur mu? Bir dahaki sefere ben de su doldurmaya gitmek istiyorum.”
Birkaç hafta sonra onlarla birlikte su doldurmaya gidebildim. Sonbaharın envai çeşit renkleri doğayı öylesine donatmış ve öylesine gizemli hale getirmişti ki benim diyen en meşhur ressamların tabloları bu görünüşün yanında ezilip büzülürdü. Onlar gibi şalvar giymiş, uzun saçlarımı kızların bana verdikleri bir oyalı yemeni ile kulak arkası yaparak bağlamıştım. Cumhuriyet’in genç yıllarında öğretmen olmak bir başka anlamlıydı. Ülkemizi kalkındırmak için var gücümüzle çalışacaktık. Köylümüz bizden hizmet bekliyordu. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk; “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!” diyerek omuzlarımıza kutsal bir görev yüklemişti. İşte bu yüzden köylüm gibi yaşayacak, onların zorluklarını bedenimde ve ruhumda hissedecek; yavrularımızı aydınlık yarınlara koşturacaktım.
Caminin önünde toplandık. Alaca karanlıkta göz gözü göremez durumdaydık. Köyün dışına çıktık. Ağaçların, çalılıkların arasında uzanıp giden keçi yoluna girdik. Daracık keçi yolunda yürümek hiç de kolay değildi. Yan yana gitmek ne mümkün? Arka arkaya dizilmiş bir vaziyette kaç saat yol almıştık bilemiyorum. En önden giden hedefi biliyor, bizler de onu takip ediyorduk. Güneşin ilk ışıkları dağın yamaçlarını okşamaya başladığında epeyce yol almıştık. Sağımız solumuz yemyeşil, irili ufaklı ağaçlar, çalılıklarla dopdoluydu. Sabahın seherinde duyulmaya başlayan kuş sesleri ruhumuzu serinletiyor, gönüllerimize ferahlık veriyordu.
Yolun sonunda, dağın eteğinde bulunan kaynağa ulaştığımızda gördüğüm manzara can sıkıcıydı. Çapı yarım metre kadar olan bir çukurun başına geldik. Yerin alt katmanlarından gelerek bu çukuru dolduran pınarı görünce şaşkınlıktan suspus oldum. Kitaplarda gördüğüm bol suları olan, berrak akan suları ile canlara can katan pınara hiç de benzemiyordu. Pınarın başında birkaç tane teneke tas bulunuyordu. Akort çalışırcasına sırası gelen teneke tasla testisini dolduruyordu. Köyün öğretmeni olduğum için (hayır dememe rağmen) bana öncelik tanıdılar. Doldurmama yardımcı oldular üstelik.
Yüreğimi derinden yaralayan ne oldu biliyor musun? Kaynak suyu yeterli olmadığı için testisini dolduramayanlar; aynı yolu bomboş testilerle geri teptiler. Yol boyu kafamda firtınalar esti. Bu böyle olmaz! Olmamalıydı! Bu konuya bir çare aramalıydım…
Şükran GÜNAY’dan
Şükranca