Yıllardır önünden geçip yalnızca otobüs molalarında gece veya gündüzleri garajına uğrayıp ücretsiz tuvaletine girdiğim ve ünlü met helvası gibi bazı ürünlerini alıp birkaç dakika soluklandığım Eskişehir’i son zamanlarda, şehircilik dalında aldığı uluslararası ödüller ve medyadaki anlatımlarla çok merak etmiştim.
Kitap Fuarı, bu ziyaretime bir vesile oldu. Garajlardan direkt fuara geçmem gerekiyordu. Çünkü imza saatime bir saat gibi bir zaman kalmıştı. Malum hiç gitmediğiniz bir şehre gittiğinizde, mutlaka adres sormak zorunda kalırsınız. Ben de trende fuar yerini birkaç kişiye sordum, ancak bilen çıkmadı, biraz ilerledim, bu kez genç bir delikanlıya sordum. “Ben de oraya gidiyorum. Birlikte gideriz” dedi. Yer verdi, kabul etmedim. Birlikte trenden inip otobüse doğru yöneldik. İlk okurumla trende karşılaşmıştık. Çünkü stantta gelip kitabımı alacağını söylemişti. İlk gün imza günümüz iyi geçti. Yolda karşılaştığım Mardinli kardeşime de kitabımı imzalamıştım.
Akşam fuar dönüşü, Odunpazarı semtindeki misafirhaneye gitmek için otobüse bindim. Biliyorum ‘odunların satıldığı yer’ diyenleriniz olmuştur. Ben de böyle düşünmüştüm. Ancak tarihini merak ederek, neden Odunpazarı denmişti buraya? Onu da otobüste yaptığımız sohbet esnasında öğrendim. Sohbetimiz eğitimden başladı, günümüz siyasetiyle devam etti. Arkama bakmadım ama mutlaka bizi dinleyenler vardı. Bir durakta orta yaşlarda bir kadın bindi. Yanında dört veya beş yaşlarında kendisi gibi saçları birbirine karışmış, üstünde o soğukta yalnızca ince bir elbisesi olan kız çocuğu vardı annesinin ardında… Kadın, elindeki ağır malzemelerle binmekte zorlanıyordu. Kalkıp ona yardım ederek elindekileri içeriye çektim. Oldukça ağırdı. Çocuk içeri girince ayakları da görünmüştü. Evet, ‘ayakları’ dedim, çünkü ayakkabısı yoktu. Önde bir yere oturdular. Birkaç durak sonra da indiler. İçerideki sohbetin şekli bir anda değişmiş ve konu o kadının hali ile çıplak ayaklı çocuk olmuştu. Hep birlikte üzüldük. Bir süre suskunca gittik. Birkaç sokak kıvrımında konu Eskişehir’e gelmişti. Belediye Başkanları Yılmaz Büyükerşen’in katkılarından bahsettiler ve uluslararası arenada adlarının geçmelerinden oldukça memnun ve gururluydular. Yanımdaki Adama sordum,
“Eskişehir’in en gelişmiş ve insanı olarak en yaşanılır semti neresidir?”
“Odunpazarı ilçemiz, gerçekten çok farklılaştı.”
“Peki diğer semtler?”
“Onlarda yavaş yavaş değişiyor.”
“Odunpazarı’nın bir hikâyesi var mı?”
“Olmaz mı? Burası Eskişehir’in ilk yerleşim alanıdır. Yakın zamanda incelemiştim. Bizans döneminden Anadolu Selçuklu Devleti’ne oradan da Osmanlı Dönemine intikal etmiş Eskişehir. Burada Bizanslardan kalan eserler nedeniyle ‘Eskişehir’ adı verilmiş ve öylece kalmış günümüze kadar. Odunpazarı ise Osmanlı döneminde burada odun satıldığı için verilmiş bu ad. Buraya ilk gelenler koyunun ciğerini belli bölgelerdeki ağaçlara asıp beklemişler. Ciğerin en geç çürüyen yerine evlerini kurmuşlar. Osmanlıdan kalan bu evler Belediye’nin restoresiyle UNESCO tarafından sit alanı ilan edilerek ziyaretçilere kapılarını açmış.
Otobüsten indiğimde gideceğim misafirhaneyi tekrar sordum. Birlikte indiğimiz bir adamla yürümeye başladık. O da emekli ve iki kızı ile bir oğlu olduğunu, oğlunun askerden yeni geldiğini, hayat pahalılığından yakınırken beni PTT Binasının önüne kadar getirmişti.
Misafirhaneye yerleşip şehri tanımak için adımlarımı dışarıya bıraktım. Hafif yağmur şehre bir başka güzellik katıyordu. Yüz metre sonra sol tarafıma baktım, ışıklandırılmış ve halkın kalabalığıyla göz kamaştırıyordu çevrem. Oraya doğru yürümeye başladım. Etrafa bakındım. Her iki yaya yolunun (ki burası trafiğe kapatılmış) ortasına çok farklı bir park sistemi yapılmıştı. İnsanların burada oturup gazete ve kitaplarını okuyabileceği, yiyeceklerini alıp yiyeceği, çocuklarını yuvarlak lastikli alanda zıplatacakları mekânlardı. Dükkânlar, vitrinlerindeki ürünlerin çeşitliliği ile modern ve ışıl ışıldı… Kısacası çevre sanat ve yaşam kokuyordu. Pastanelerin vitrinlerinde birbirinden farklı çeşitteki pastalar bir başka görünüyordu. Karnı tok olanı bile çileden çıkartırdı! Burası boydan boya tıpkı, İstanbul’daki İstiklal Caddesi, Ankara’daki Sakarya Caddesi veya Karanfil Sokağı’nın özgürlüğüne benziyordu. Yeni yapılan bir binanın kenarında mikrofonda bir adam ekolu sesiyle “Neden geldik bu dünyaya…” şarkısını seslendiriyordu plağa iğnesi takılmış gibi… Burayı yavaş yavaş gözlemleyerek gezip tekrar döndüğümde sokak şarkıcısı hâlâ aynı nakaratları seslendiriyordu. Belli ki başka şarkı bilmiyordu. Doğrusunu söyleyim. Sesi ilk duyduğumda, dükkânların birinden Bülent Ersoy bir şarkı seslendiriyor zannetmiştim. Buraya on numara verip misafirhaneye geri döndüm. Zira ertesi gün tekrar imzada olacaktım.
Sabah erken uyandığımda dışarıdan yağmurun sesi geliyordu. Televizyonda günün olaylarını biraz izleyip, fuarda aldığım kitaplarıma göz gezdirdim. Bir şey söyleyim mi, bunu daha öncede yazılarımda belirtmiştim. “Çorba” içmeyi çok seviyorum. Ama nerede biliyor musunuz? Bir lokantada. Ama bir de, yağmur veya kar varsa, demeyin keyfime! Bu kez adımlarımı dün gece gördüğüm yerden farklı yöne doğru yönlendirdim. Sokak aralarında dolaşıyorum. Yürüdükçe inanın kendimi bir an Berlin’de hissettim. Çevre düzenlemesi, trafik, metro vs derken, bir an dejavu yaşadım. Cadde ismine bakıyorum, “Mustafa Kemal” yazıyor. Gurur duydum. Ve aklıma gelmedi değil, çünkü düşüncelere gem vurulmazdı. Burayı AKP yönetmiş olsaydı, bu caddenin ismi kalır mıydı? O da düşündürücüydü! Bu caddeye boydan boya baktım, inanın Berlin’de Türk dükkânların da olduğu Turm Caddesi’ne çok benzettim. Yalnız dükkânların levhaları ve yolda yürüyenlerin tenleri farklıydı. Ama hepsi de insandı…
Çorbacıyı bulmakta güçlük çektim. Zira pazar günüydü ve dükkânların bir çoğu da kapalıydı. Açık olan bir pastanenin kapısında “Çorba Bulunur 5 TL” yazısını görünce içeri daldım. Çorbamı yağmurun sesiyle içtikten sonra sahibine, “Porsuk Çayı’nı” sordum. “Yakın.” dedi. Dışarı çıkıp yön göstererek ‘bu caddeyi takip edin karşınıza çıkacak.’ dedi. Islanarak yürüdüm. Çorbadan sonra çay içmemek olmazdı. Bir kahveye girdim. İnsanlar kalorifer peteğinin yanında cam kenarında sohbeteydiler. Ben de gazetelerden aydın yüzlü olanını alıp okumaya başladım. Kulağım ise gazetecilikten kalma, onlardaydı. Sohbetleri genelde toplumsal sorunlar, yani siyasetti. Kimisi işsizlikten kimisi de hayat pahalılığından bahsediyordu. Konu bir ara gıdalara gelince, birisi, “Ben tavukların nasıl yapıldığını biliyorum. Hepsi ışıklarda büyüyor ve kanserojen potansiyeli. Ben evime sokmuyorum!” dedi. Çaylarımı içerken yanında kek yoktu! Çaylar ücretsiz de değildi! İçtiklerimi ödeyip Porsuk Çayı’na doğru yürüdüm. Buraya geldiğimde güzel bir manzara ile karşılaştım. Apartmanın bir köşesindeki ahşaptan yapılma kedi veya köpek evi dikkatimi çekmişti. Baktım, yanında bir ceket, oldukça kirli ve ıslanmıştı. Yanında da plastik bir kahve bardağı vardı. Belli ki gece burada evsizlerden birisi kalmıştı hayvanlarla iç içe… Üzüldüm. Burayı da yine Berlin’de görüp çevresini gezdiğim bir nehre benzettim. Gözlemlediğim kadarıyla gerçekten bu şehir, Berlin’e çok benzemeye başlamış bir hali vardı. Orada birkaç poz çektikten sonra geri misafirhaneye dönüp fuar hazırlıklarıma başladım.
Her fuarın son günleri hüzünlü olur. Tıpkı stantta sergilediğim “Mor Gözdeki Hüzün” kitabım gibi… “Fuar nasıl geçti?” derseniz, kitap okuyanlar belliydi. Onlar standımıza yaklaşıp ilgileniyorlardı. Yazarlık hakkında bilgi almak isteyenlerden tutunda, edebiyat adına uzun uzun sohbetler ettik. Yeni yazar arkadaşlarla tanıştık. İlgi mi? Sanırım ekonomik darbe esas burada kendini gösteriyordu. Biliyorum ki, kitap almaya gelip de yalnızca bakıp, almadan geri dönen insan topluluğu oldukça fazlaydı. Zira stant önünden geçenlerin yüzlerinden bunu okumak mümkündü. Kordon boyunda yürür gibiydiler!
Fuar bitişi dönüşte, elimizdeki bavulu sürüklerken yanımıza bir minibüs yaklaştı. “Ağabey nereye gidiyorsunuz?” dedi. Yanımdaki Yazar Arkadaşımız Kadir Bey, “Gar’a”, ben de, “Garajlara…” dedim. “Buyur Ağabey götüreyim” dedi. Sağ olsun, araç içinde de sohbet gittiğimiz yere kadar devam etti. Ve fuarda imzamız araç içinde de devam etti. Kadir Bey’le kitaplarımızı imzalayıp bizi götüren kardeşimize hediye olarak verdik. Şoför, fuarda çadır işlerinden sorumluymuş ve iki aydır da Gölcük’teki evlerine işlerin yoğun olması nedeniyle gidememiş. Yani hasreti son safhada ailesineydi…
Fuarın ardından yönetim, ‘fuarı şu kadar kişi ziyaret etmiştir?’ Şeklinde istatistikler sunarak kamuoyu ile paylaşacaklar. Aslında ben bu istatistik rakamlarını dikkate almam. Yıllardır fuarları gözlemleyen bir yazar olarak esas sorulması gereken soru şu olmalıdır: “Fuarda test-tost dışı kaç okur edebiyat türü kitap almıştır?”
Eskişehirlilere teşekkürlerimi belirtirken, bizlere stantta iyi bir ev sahipliği yapan Edebiyatçılar Derneğimizin sorumlusu Yazar Musa Dinç ve yönetimine de ayrıca teşekkürlerimle…
Yunus Emre ile de anılan Eskişehir’i mutlaka ziyaret etmelisiniz…
Ertuğrul ERDOĞAN
Onyediaralıkikibinonsekiz.
www.ertugrulerdogan.com