Şehirde yaşamanın ilk kuralı ‘bağımsız birey’ olma gücüne sahip olmaktır. Şeyhlerine, ağalarına hatta reislerine bu kadar derin sadakatle bağlı insanların bağımsız birey olmalarını ancak gelecek kuşaklardan bekleyebiliriz.
Şehirde yaşamanın ikinci kuralı, yeteneğin eğitimin ve kültürün ve kariyerinle kendi karnını kendi başına doyuracak gücün olmalıdır. Karınlarını şeyhleri ve cemaatlerin sadakası ile doyuranlardan adalet beklemek politika beklemek herhalde dünyanın sonudur.
Şehirde yaşamanın üçüncü kuralı, yaşadığınız şehir ve toplumdan kendini ‘sorumlu’ tutmaktır. İzmir de sorumsuzların yaptığı binalar niçin ölüm kustu diye mimarları, mühendisleri ve siyasetçileriyle saçını başını yolan bir utançla o şehirdeki herkes bu sorunu kendi kişisel sorunu haline getirmelidir. Çocukların kadınların kalkan cenazesi hepimizin evinden kalkmış gibi bu sosyal sorunlara çok derin hassasiyet gösterebilmiş olmalıyız.
Acıyla şahit oluyoruz ki siyaset ve belediyecilik, sadece ‘ağa beylerin, siyatcilerin sorun değil hepimizin sorunu. Yarın Acemilik ve ihale oyunlarıyla suçladığımız bu günlerde onları‘ korumak’ ve ‘laf ettirmemek’ tekrar işin başına getirmek sorumluluk üstlenmemiş biz insanların çok büyük acısı haline dönüşüyor ve dönüşecek.
Şehirde yaşamanın dördüncü kuralı, şehri tanımaktır, şarkılarını, türkülerini bilmektir, şehirlilere sözleri ile konuşmalarıyla hikâyeler anlatabilmektir, şehirde yaşamak için şehirlilerin giydiği renkleri içtiği şeyleri, oturduğu evleri yani ‘kültürünü’ öğrenmektir.
Dönüp köylerimizde ve şehirlerde yaşayanlara baktığımızda, Köylerimizde nefes alanların elleri kolları yorulurken şehirde yaşayanların ise kalbi.
Bu yorgunluktan kurtulmanın yolu, ülkenin şarkılarına türkülerine mimarisine sosyal sorumluluklarına ülkenin hayallerine ve şehrin karmaşasını çözecek zekice projelere hâkim olmaktan geçer. Ajanvari projelere ve sinsi tuzaklara ve yalan belgelerle iş görenlerin azgın gaddar yerleri gelişir büyür ama zekâlarını besleyecek duygu ve bilginin tadından zırnık anlamazlar.
Köylü kadını hamile kalmış ise, şöyle düşünür, tarlaya bir işçi daha geliyor, şehirli kadın ise tam aksine, bir kişi daha geliyor, ona yer açmalı elbiseler dikmeli gelecek hazırlamalıyız, önlüğü, okulu, maması, ezilmemesi, horlanmaması için doğmadan bir şeyler yapmalıyız diyerek yaşamını ona göre dengeler.
Şehir herkesi bilmek ve dengede durabilmektir.
Köylüler soy sop kan davası sülale yani feodal değerleri şeref bilir, şehirdekiler için şeref bir şeyhin bir ağanın bir aşiretin asla değil, herkesin içinde herkes’in değerleriyle yaşamayı bilmektir. Çünkü şehirde ‘herkes’ vardır, herkes, insanlığın çeşitleridir. Bu çeşitliliklerin her birine saygı gösterecek ve bu çeşitlilikten saygı duyacak bir ‘siyasal eşitlik ve bölüşüm’ ve ‘fırsat eşitliği’ talep eder.
Cemaatten gelenler tabii ki siyaseti etnik din ve mezhep merkezli tartışacak, tabii ki ‘insanlık’ ve ‘çeşitlilik’ denen şeyi anlamaları birkaç kuşak sürecektir. Bu yapılar her hükümetin suyuna akıntısına göre halkımızı kürek çekmeye mahkûm ederler. Halkımız kürek çekerken ne hazindir ki onlar mavi serinliklere bembeyaz pupa yelken açarlar. Hadi bakalım, tartın, ölçüp, biçin bakalım adalet terazisi nasıl bir denge taşıyacaktır.

















