Şaşkın halim çok kısa sürmüştü. O dakika erken uyandığıma mı yanayım, yoksa onca yolu boşu boşuna katettiğime mi yanayım, pek bilemedim. Duyumsadığım sadece koca bir hayal kırıklığı idi. Üzgün halime neden olan şadırvanın muslukları zincirle klitlenmiş olmasıydı.
Demek ki caminin hocası sadece namaz saatinde şadırvanın musluklarını aktif etmekteydi.
Kolumdaki saate göz attığımda saat 05.00’i göstermekteydi. Ahşap taburelerden birine boş bir çuval gibi çöktüm. Elimdeki bidonları yere koyarken de düşünüyordum:
‘ Acaba namaz saatini beklemeli miydim?’
‘ Ya bidonlarla beni gören cami hocası kızarsa?’
‘ Amann sende…Varsın kızsın canım. Ben de ona kızarım. Suyun tapusu ona mı ait?”
Böylesi benzer düşünceler içindeyken müşfik bir erkek sesiyle ayrıldım kendimden:
” Hayırlı sabahlar evladım…”
Sessizliğin içinde yankılanan sesi duyar duymaz olduğum yerde sıçradım!
” Ayy!”
Damağım çekiştirerek başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde sakalı ağarmış, elinde tespihle cami imamını gördüm.
Çekingen bir gülüş uzattım:
” Günaydın hocam. Korkuttunuz beni…”
O yanıma daha da yaklaştı:
” Kusura bakma. Korkma da…Ama erkenden gelmişsin. Boşa gelmişsin kızım.”
Tam içimde tutsak ettiğim öfkeyle cilalı sözcüklerimi, dudaklarımdan bir ok gibi fırlatacaktım ki, o benden önce davranmıştı:
” Boşuna bekleme su çok az akıyor. Sen o bidonlarını burada, akşama kadar da beklesen dolduramazsın evladım. Cemaatin abdest suyunu bu nedenle klitliyorum.”
Yüzüm asılmıştı. Ağlayacak gibiydim. Kesekağıdı gibi buruşturdum yüzümü.
” Ama… Yani şimdi benn …”
” İçme suyu değil…Kullanmak için…”
Sözcük pekliği çekmekteydim. Pek konuşamadım.
Sustum…
Cami imamına öylesine boş boş bakmaktaydım…
O ise bidonlarıma bakışlarını çevirmişti:
” Keşke kovalarınla gelseydin ve kızım…”
Onu anlamamıştım. Ne demek istiyordu ki? Yüzündeki ifade sevecendi. Usumdan kısa bir düşünce esti geçti: ‘ Hoca insafa mı geldi ne?’
Tespihli eliyle caminin biraz ilerisindeki yeri işaret ederk sözlerini sürdürdü:
” İçeride eski bir sarnıç var. Oradan kovalarını doldurabilirdin. İçme suyu değil de kullanma suyu olarak…Lakin bu bidonlarla suyu oradan çekemezsin…”
Çaresizlik omuzlarımda ağır bir yüktü. Orada daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu. Ona teşekkür edip camiden ayrıldım.
.
Kolay indiğim uzun Tophane yokuşunu oflaya puflaya çıkarken sigaranın verdiği zarar soluğumu kesiyordu. Ara ara dinleniyordum. İtalyan hastanesi önünde dinlenirken topuklarına kadar uzun resmi kıyafetli beyaz kepli iki İtalyan hemşire yanımdan geçtiler. Belli ki nöbeti devir alacaklardı. Hastane kapısından içeri girmeden önce başlarını benden yana çevirdiler. Bakışları boş bidonlarımdaydı.
Hafiften tebessüm ederek içeri girdiler.
.
Ertesi gün yine erkenden uyanmıştım. Bu kez Tophane yokuşunu göze alamazdım. Cami hocası bana harika bir fikir vermişti. Bu kez evimize yakın tekkeden su çalmayı düşünüyordum. Öyle ya sarnıç camide varsa tekkede de olabilirdi.
Allah’tan evde bir kova vardı. Dünkü gibi evimin içinde; ayaklarımın uçlarında seke seke yürüyüp sessiz olmaya özen göstererek hareket etmiştim. Böylece ev halkını uyandırmadan sokağa kendimi atmış olacaktım.
.
Sokak ıssızdı. Sokak lambaları hala yanıyordu. Aydınlık sokağı aşıp tekkeye giden kısa yokuşta yürüdüm.
Tekkeye “U” dönüşü yaparak koca bir ada parseli turlamıştım. Oraya vardığımda tek kuşkum tekke kapısının kapalı olmasıydı.
Tekkeye geldiğimde bir “oh” çektim. Kapı açıktı. İçeri usulca sızdım. Nihayet, evimin balkonundan her gün izlediğim ve huzur duyduğum iki katlı ahşap tekkenin içine girmiştim. Bahçeye uzanan kısa taş döşeli yoldan geçerek ulaştım.
Bir anda İsmail Rumi, ailesi ve öğrencilerinin ebedi dinlencesinde bulmuştum kendimi.
Nedense içimdeki huzursuz kıpranışlar sol yanımı tırmıklıyordu.
‘ Günaha mı girecektim?’
‘ Yok canım. Bir kovalık su almanın nesi günah?’
‘Hem su herkese ait değil mi?’
‘ Aman neyse ne!’
O dakika aklıma, tatilde pazar alışverişi yaptığım yaşlı bir Türkmen teyzenin sözleri gelmişti:
” Niyetini temiz tut: Camiden kilim çal, günah değildir.”
‘Sahi ya, ben yuvamın hijyeni için bu suya gereksinim duymaktaydım.’
Bu düşünceler vicdanımı arıtmış, içime huzur vermişti. Kovamı yere bırakıp ölülere dua ettim. Sonra da gözlerim tekkenin içinde sarnıç aramaya başladı. Bahçenin duvarların dibini takip eden bakışların nihayet gözlerimi ışıttı. Duvarın köşesinde tuğla örülü kemeri görmüştüm. Adımlarım oraya yöneldi.
Tahmin ettiğim gibiydi. Orada bir sarnıç olduğunu yerin nemli oluşundan anlamıştım.
.
Sarnıçta su vardı. Kovayı daldırıp suyu doldurup tekkeden hızlıca ayrılmayı düşünüyordum. Yakalanmak kaygısıyla yüreğim hızlı hızlı atmaktaydı. Allah’tan kimseye görünmeden oradan çıktım.
Ee, şimdi bu kovayı nasıl eve kadar taşıyacaktım? Yürüdükçe ileri geri sallanan kovadan su ” Şaap” diyerek yere dökülüyordu.
Başka hangi yol ve nereden gidebilrdim ki?
“U” dönüşü yaparak geldiğim bu mahallenin her yokuşu evime çıkıyordu.
Adımlarımı yavaş yavaş ayak ucuna basarak ilerleneye çalıştım. Böylece daha az su kaybım olacaktı.
Yolu yarılamıştım ki gün aydınlık yüzünü göstermeye başlamıştı bile. Ağustos ayının o yakıcı sıcağı sırtıma dokunuyordu. Gayretim, suyu dökülmeden götürme çabam, elimde ki kovadan daha ağır bir yüktü.
Terliyordum. Alnımdan yuvarlanan terler, şakağımdan çeneme doğru sızmaktaydı. Kaşınan şakaklarımla yanağımı, değil şöyle silmeyi, boşta duran elimle kovamı dahi değiştiremiyordum.
Niçin?
Bir damla dahi su dökülmesin, diye.
İşte ben bu zorlukları yaşarken tam arkamdan aynı ritimde yinelenen bir hırıltı, bir nefes sesi duydum!
Soluğumu tutarak olduğum yerde kımıltısız bekledim. Soluk ve hırıltı kesilmişti!
Korkunun nabzı boğazımda atmaya başlamıştı!
Ne olduğunu kavrayamadığım o ses de neyin nesiydi!?.
Beni kimin izlediğini ve o seslerin kime ait olduğunu, kendimi nasıl savunacağımı bilemiyordum. Tüm cesaretimi kazanarak kovamı usulca yere bıraktığımda da olan olmuştu zaten…
Yerin düz olmamasından dolayı, yatay duran kovanın yarısı döküldü. Dökülen suyu takip eden bakışlarım beni takip edenle buluştu!
…
Devam edecek
Emine Pişiren/ Kocaeli






















