Tauruk adındaki ülkenin orta halli bir semtinde kirada oturan bir aile varmış. Baba bir fabrikada çalışırken, anne de temizliğe gidermiş. Ailenin, biri altı yaşında bir kızı, diğeri de dokuz yaşında bir erkek çocuğu varmış. Bu çocuklar, annesinin yaptığı sebze yemeklerine hep burun kıvırırlarmış. Hâl böyle olunca anne, ister istemez çocukların sevdiği yemekleri yaparmış. En çok da patates kızartmasını, bazen de az aldığı kıymaya ekmeği katarak yaptığı köfteyi yedirirmiş. Günler geçtikçe ailede bağışıklık sistemlerinde çökme meydana gelince, mutlaka aileden birisi, hastanelik olurmuş. Bu duruma en çok sevinen de, ihale odaklı hastane yapan müteahhitlerle ilaç üreticileri olmuş. Ne kadar çok hasta o kadar çok kazanç elde ediyorlarmış!
Evin babası, fabrika sahibinin yardım olarak verdiği erzak torbalarını yazın öğle sıcağında taşırken bunalmıştı. Dili damağına yapışmış, yüzüne kan oturmuştu. Bir an önce elindekileri mutfak tezgâhına koyup, kanepeye uzanmak hatta burada bir süre uyumak istiyordu. Bu hayali için hızlı hızlı yürümek istese de, bedeni buna müsaade etmiyordu. Terleri nohut tanesini bırakın, misket tanesi gibi boncuk boncuk elbiselerine doğru damlıyordu. Her tarafı kıçına kadar vıcık vıcık ter içindeydi. Oysaki babasının evinde nasıl da rahattı. Yediği önünde yemediği arkasındaydı. Babasını da kapıdan girerken böylesi durumda gördüğü çok olurdu. Bir haber verse, koşup elindekileri alıp taşıyacak ve babasını bu zor durumdan kurtaracaktı. Ama ‘neden haber vermezdi ki?’ diye düşünürdü hep. Belli ki, kendisinin derslerin başından kalkmasını istememiş olabilirdi. Daha iyi okullar kazanıp, bizim gibi düşük maaşlı çalışanlar olmadan; bir doktor, bir kaymakam olup, hayatını kurtarmasını istemişi belki de… Ama okuyamamıştı…
Eve girdiğinde savaşı kazanmış bir komutan gibiydi. Torbaları yere bıraktığında ellerine baktı. Parmaklarını tek tek inceledi. Aralarına kan oturmuş, kıpkırmızıydı. Eşinin yüzüne bile bakmadan doğruca yatak odasına geçti. Bir çırpıda üstünü değiştirdi. Ferahlamıştı. Banyoya girdi, uzaktan kombinin çalışmasıyla sıcak sular şarıl şarıl akıyordu. Banyodan çıktığında tüy gibi hafiflemişti. Omuzlarındaki onca yük bir anda nereye kayboluvermişti? Mutfağa girdi, biraz önce canını çıkartan erzaklar tezgâhın üstündeydi. Onlara kinayen baktı. Eşi ise ocağın başında dünden kalan yemekleri ısıtmakla meşguldü. Mutfak masasına oturan babanın yanına ilk gelen, oğlu oldu.
“Baba bak bugün matematikten en iyi notu ben aldım.”
“Aferin oğluma! Oku oğlum oku…”
Baba, sırtı dönük ocağın başındaki eşine seslenirken kucağında oturan oğlunun başını okşuyordu.
“Hanım, senin işler nasıl gitti?”
“Nasıl gitsin? Akşama kadar temizlik yaptım. Dün gittiğim evin hanımı çok kıldı. ‘Yok orayı yapmadın, yok burayı!’ diye söylenip durdu! Evi ikinci kez tekrar temizledim. Bir daha oraya gitmeyeceğim. Kadın çok kıl ya…”
“Aman hanım, idare ediver. Temizlikten de para gelmezse yandık vallahi! Piyasa desen almış başını gidiyor! Peynir ve zeytin fiyatları etle yarışır haldeler… Döviz desen yerinde durdurana bravo! Aman karıcığım aman! Sabırlı ol…“
“Sabır da, nereye kadar? İş önemli değil de, şu çeneler bir dursa!”
Yemekler masaya konulurken baba, televizyonu açtı. Reklamların bitmesiyle haberler başlamıştı. Spiker, yıllardır temcit pilavı gibi sunduğu, savaş, terör, ekonomi ve siyasilerin laf dalaşması ardından güncel haberleri sunuyordu. Oğlunu yanındaki masaya oturttu. Hep birlikte yemeğe başladıklarında ekranda genç bir kız göründü. Yüzünde umutsuzluk vardı. Uzatılan mikrofona konuşuyordu. “İki üniversite bitirdim. İngilizcem de iyidir. Ancak müracaat etmediğim şirket kalmadı. KPSS Sınavına da girdim. Sonuç, yıllardır atanma bekliyorum. Şu anda bir AVM’de tezgâhtar olarak çalışmaktayım. Asgari ücrete talim edip duruyoruz.” dediğinde, delikanlı babasına doğru baktı, yemeğini ağzına götürürken konuştu.
“Baba, bende okuduğum zaman bu abla gibi mi olacağım?”
“Yok oğlum sen doktor olduğunda, işin hazır olacak. İşsiz kalmayacaksın ki…”
Anne yemeğini bitirmişti. Buzdolabını açıp tezgâhın üstündekileri tek tek boş bulduğu yerlere yerleştirirken masanın etrafında kimse kalmamıştı. Çayın altına suyu ilave edip çıktığında mutfak kapısı da kapalıydı.
“Tost tost diye nice peynirleri erittim!” diyen tost ekmeği, buzdolabının içinde -4 derecede üşüyordu… Naylon poşetin içine iyice sarıldı…
Gece sessizdi… Mideler yataklarda ha bire çalışıyordu… Bir kaç saat sonra buzdolabın kapağı açılacak, içinde peynir, zeytin ne varsa tabaklarıyla birlikte masanın üstüne servis edilecekti. Tencerelerdeki diğer yiyecekler de, “Eh öğlene doğru nasıl olsa sıra bize de gelecek…” diye, aralarında sızlanıyorlardı…
Poşetin içinde tek kalan tost ekmeği, biraz ileride duran akrabalarını tanımıştı. Onlara seslendi.
“Dün mü geldiniz?”
“Hııı… Tam da uyuyorduk ya…”
“Kusara bakma. Sabah oldu. Balkonun kapısına evden kısmetini almak için kafasını sürekli vuran kedinin sesinden anladım. Birazdan içerisi aydınlanacak ve evin küçük güzel kızı sizleri isteyecek. Ben tek kaldım. Belki ihtiyarladım diye beni kullanmayacaklar… “
“Sağ ol, hatırlattığın için! Bizde biliyoruz. Tek tek senin akıbetine uğrayacağız?”
“Aramıza sıkıştırılan artık kaşar mı olur, beyaz peynir mi, bilemiyorum. Sıkıştırılan bir peynir kalabalığı ile cehenneme gideceğiz. Büyüklerimiz bize öyle öğretmişti.”
“Evet, benim akrabalarımda ikişer ikişer yok oldular… ‘Bok yoluna gittiler’ desem, yeridir vallahi!”
“Hey arkadaş, sen ucuza gitmişsin öyle mi?”
“Evet, daha iki gün önce bir poşetimizi 2.85 Tl’ye almışlardı. Alırken, şahidim.”
“Kasanın önündekiler kredi kartlarını cırtlatırken, fiyatlara öylesine kızıyorlardı ki, aralarında küfür edenlerin mırıldanmasını bile duyuyordum.”
“Hiç sorma arkadaşım. Bizde aynı akıbete uğradık. Daha dün aynı etiketle satılırken, yanıma genç bir delikanlı yaklaştı. Elinde tuhaf bir şeyler vardı. Önceki etiketimi bir koparışı vardı, sanki ağda yapılan bacaktan kıl kopartıyordu! Korktum. Vallahi beni alacakların yerine, benim canım yandı. 3,15 TLlik bir fiyatı şak! diye, yapıştırmışlardı. Kendimi damga yemiş orospular gibi hissettim o an!”
“Ahh” Hiç sorma. Yanımızdaki diğer yiyeceklerde aynı akıbete uğruyorlar. Bir günümüz, diğer günümüze uymuyordu. Hele geçenlerde bir aile gördüm. Bana dik dik baktı. Yanındaki çocuğu da ‘Baba bundan al bundan al!’ diye tutturmaz mı? Babası ne yapacağını şaşırdı. Yüzü kızardı bir an. Kızının kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Belli ki, ya bizim aramaza girecek kaşar peynirleri, ya da cehennem ateşine atacakları makineleri yoktu.”
“Evet, haklısın… Yazık bizi almak için bakıp bakıp giden gözlere.”
“Şiişşşttt… Bir ses duydum. Sessiz olalım..”
Buzdolabının kapağı açıldığında, bal rengi gözlerden teki henüz yarım kapalıydı. İçeriye baktı, baktı… Sonra da bir şey almadan dolabı sertçe kapattı… Tost ekmekleri, kahvaltılık bölüme hep bir ağızdan seslendiler:
“Hey kaşar kardeş, bizi duyuyor musun?”
Ses yoktu…
Buzdolabının içi karanlıktı. Teker teker uyanan yiyeceklerden bazıları gerinmeye başlamıştı. Kaşar peynirinden küçük bir parça yalnızdı. Çevresine bakındı, hemcinslerini göremedi. “Her halde ay sonudur.” diye düşündü. Hep öyle oluyordu. Bu kez yeni gelen ürünlerin arasında arkadaşlarını bulamadı. Üzüldü. Büyük bir ihtimalle aybaşında onlara kavuşacaktı. Birkaç kez esneyip tekrar uykuya daldı. Rüyasında mandıradaki o adamı gördü. Adam, elinde haşlanmış patatesleri soyuyor, sıcak sıcak ezdikten sonra kendisiyle karıştırıyordu. Sinirlendi. “Ben şimdi insanların midelerine nasıl ineceğim? Hiç mi insafları yok bu sahtekârların?” diyerek ter içinde uyandığında bulunduğu kap ıslanmıştı. “Allah’ım bu ne kâbustu?” sızlanmasıyla tekrar uykusuna daldı…
Kaşar peynirinin yanındaki kapta gelinlik gibi beyazlar içindeki peynirler uyanmış, birazdan kahvaltı masasına gidecekleri zamanı dört gözle bekliyorlardı. İçinde top şeklindeki peynirler, kalıp halindeki arkadaşlarına seslendi,
“Hey arkadaşlar yeni misafirlerimiz geldi. Onlara bir ‘merhaba’ diyelim.”
“Selam arkadaşlar. Çoktandır sizleri aramızda göremiyorduk. Geldiğiniz iyi oldu. Bir an önce sofraya geçmek için sabırsızlanıyoruz.”
“Ben de aynen öyle. Ya arkadaşlar, bir şey söyleyeceğim. Evin kızı beni babasına göstererek, ‘baba bana bundan alır mısın?’ diye sorduğunda babanın yüzü bir tuhaf olmuştu. Ama kızını kırmayıp az da olsa aldı. Marketlerde beni nedense hep kızdırıyorlar. Geçenlerde birkaç kendini bilmez gençlerden birisi bir etiketime bir de bana bakarak yanındakine bir şeyler fısıldayıp gülüştüler.”
“Ne dedi ki?”
“Bana ‘top’ dedi.”
“Çok mu komik bir durumdayım?”
“Yok ya sen asil peynirlerdensin. Bak fiyatın bile bizden farklı… Yani değerlisin. Onlar erkekten dönmelere ‘top’ derler, ondan garipsemiş olabilirler… Aldırma sen…”
“Ben halis mi halis inek sütünden yapıldım. Onlar neden gülüştüler ki, bunu bile anlamış değil cahil kafalılar… Kız olduğumu bile bilmiyorlar.. Hıhh!..”
Dışarıdan sesler gelince buzdolabındakiler tam kıta hazır vaziyetteydiler. Kapak açılınca içeriye güneşin ışıkları gibi bir ışık yayılmıştı. Evin hanımı kafasını aşağıya doğru eğip, kahvaltılık bölümünden tuttuğu kapları masanın üstüne bırakıyordu. Kaşar peyniri kabını da almıştı. İçinde tek kalan kaşarı tabaklardan birisine koyup boş kabı tezgâhın ününe bıraktı.
Diğer yiyecekler dolabın kapağı kapanınca kendi aralarında söylenmeye başladılar. Tavuk haşlanmış bir halde suyuyla birlikte tencerenin içinden ortaya konuştu.
“Arkadaşlar şu insanlara acıyorum ya… Beni tavuk zannediyorlar. Oysaki beslendiğim yerde olup bitenleri bir görseler, vallahi beni evlerine bile sokmazlar. Dilim yok ki konuşup haber versem.”
En altta çatallanmış bir halde köşede öylece bekleyen patlıcan da sohbete katıldı.
“Evet, bir de bizleri tarlada o köylülerin ilaç atarken durumlarını görseler, bizi yediklerine bin pişman olurlar. Olması gereken, bu konuda üreticiden tüketiciye kadar herkesin bilinçli olmasıdır.“
Sebzelikteki elma da yukarıya doğru seslendi, ancak sesi zayıf geliyordu.
“Dostlar Allah’a şükür ben ilaçsızım. Bakın içimdeki kurt kımıl kımıl oynuyor. Artık insan, insanın kurdu olmuş. Para hırsından birbirlerini nasıl öldüreceğinin yarışı içindeler. Yazık onlara ya…”
İçecek bölümünün köşesindeki süt kabı da dile geldi.
“Arkadaşlar, hepimizin durumu da birbirine benziyor. Allah inandırsın sizi, ben şuraya gelinceye kadar ne zahmetlerden geçtim. Köylü beni annemden sağarken sürekli söyleniyordu. Hatta küfürler savuruyordu… Yok, yemler pahalıymış, yok mazot pahalıymış. Mazot nedir bileniniz var mı? “
Taze fasulyeyle kabak oradan seslendi.
“Bilmez olur muyuz? Kamyonun üstünde gelirken, şoför benzinlik yazan bir yere yaklaşmıştı. Pompacı ile konuşurlarken işittim. Sıvı bir şeymiş. Boru gibi bir şeyle kamyona aktarıyorlardı. O olmayınca kamyon yürümezmiş. Yürümeyince bizler de pazarlara ulaşamazmışız. Kamyoncu da sinirliydi cebinden bir şeyler çıkarırken. Pompacı, ‘Ağabey bizim elimizde olan bir şey yok ki, devlet zam yapıyor, bizde böyle satmak zorundayız.’ diyordu. Belli ki, herkes sızlanıyordu. Hatta beni bin bir zahmetle üreten köylü, aracı ile pazarlık ederken işittim. Köylü, ‘verdiğin fiyat çok ucuz çok…’ diyordu. Ama mecbur olduğunu biliyordum. Zira yakında evlendireceği bir çocuğu ve okula giden iki kızı vardı. Nasıl satmasındı beni…”
Süt üzülmüştü, neredeyse kesilecekti… Ev ahalisini düşününce kendini zor toparladı.
“Bizde de aynı durum. Geçenlerde şahit oldum. Beni sağan köylü bir taraftan sigarasını dertli dertli içerken, diğer taraftan ‘banka borcumu nasıl ödeyeceğim?’ diye kara kara düşünüyordu. Belli ki, anneme yem, masraflar derken, sattığı ile yaptığı masraflar denk gelmiyordu. Anlaşılan bizlerden para kazanamıyordu. Köylü Amca, hep aracıların kazandığından bahsedip duruyordu… Size bir şey anlatsam, inanın gözyaşlarınızı tutamazsınız! O yıllar henüz yeni doğmuştum. Çiftliğin sahibi gaddar bir adamdı. Düşünebiliyor musunuz bebeğim ya… Bırakın ot yemeyi, annemden süt bile ememedim. Beni dar bir alana hapsettiler. İnsanlar bile hapisteyken arada bir avluya çıkartırlardı. Benim böyle bir şansım yoktu. Birçoğumuz bu dar alanda kımıldamadan önümüze ne verildiyse yedik. Şiştikçe şiştik. Onların amacı da buymuş. Ne kadar kısa zamanda şişersek o kadar çok para kazanırlarmış. Dışarıda gezen buzağılar var mıdır? diye, düşünürken, orada çalışan işçilerden birisi anlatınca anlamıştık. Bizlere bakarak, “Yazık bunlara ya… Keşke dışarıda özgürce otlansalar, insanlara daha faydalı olurlar.” diye dert yandı. İyi insanlar da varmış… İşte böyle…”
“İyi de bunları yönetenler ne yapıyor ki” diye laf attı dünden kalan yemeğin içindeki soğan.
“Bilmem ki…”
Soğan acı acı konuştu.
“Biliyorsunuz ben her evin mutfaklardaki vazgeçilmeziyim. Bensiz yemek yapmaya başlamazlar. Beni soyarlarken gözyaşı dökerler ama geleceklerini tayin eden oylarını verirken aynı duyarlılığı göstermezler! Geçenlerde bir mutfakta bir siyasetçiyi dinledim. Adam, öyle güzel şeyler söylüyordu ki, ben bile inandım. İnanmasına da kısa zamanda fiyatım öyle arttı ki, marketlerde yanıma yaklaşan pek olmuyordu. Yaklaşanlar da hep söyleniyordu. Söylene söylene Almanya’dakiler gibi birkaç tane poşete doldurup tarttırıyorlardı. Kıymetliydim. Allah var, diğer sebzelere bakıp ‘böbürlenmiyordum’, desem yalan olmazdı. Altın gibi kıymete binmiştim. İnanır mısın, beni soyan ev kadınları ucuzken yaptıklarını yapmıyorlardı. Bir dalımı bile çöpe atmıyorlardı… Ya şimdi?”
Süt,
“Sen de bayağı dertliymişsin kardeş.”
“Aramızda dertli olmayan bir tek Allah’ın yiyeceği kaldı mı ki…”
“Haklısın kardeş. Geçenlerde ne oldu biliyor musun? Bu kabın içine girmeden önce, benim köylü, sağdığı sütleri doldurduğu büyük güğümlerle bir bankanın önüne geldi. Şaşırdım, oysaki fabrikaya giderdik genelde. Ben de zannettim ki, biraz gezinti yapacağız. Adam aracını delice sürüyordu. Çok sinirliydi. Sanki cinnet geçirmiş bir hali vardı. Bir bankanın önünde durdu. Aracından inip, güğümleri araçtan indirip, yerlere dökmeye başladı. “Al müdür! Bunların hepsini al! Borcuma karşılık olur! Mahvettiniz beni!” diye sinirli sinirli bağırıyordu. Çok üzülmüştüm. Hepimiz sus-pus kesilmiştik. Arkadaşlarım yerlerde sürünüyordu. Akanlar, kanalizasyon deliğine girip kayboluyorlardı. Aslında çocukların midelerine gitmelerini ne çok isterdim dökülen kardeşlerimin. Neyse etraf bir anda kalabalıklaştı. Telefonlarınla durumu çeken çekeneydi. Akşam olunca arta kalan güğümün içinde ben de vardım. Sahibimiz bizi tekrar eve getirmişti. Kalanlarımızı buzdolabına koydu. Ama akşam olduğunda televizyondan gelen sesleri işitiyordum. Hepimiz haber olmuştuk. Milyonlar bizi seyretmişti. Meşhur olmuştuk ama olmaz olsun böyle meşhurluğa! Adam bakalım ne yapacak? Umarım tarlalarını banka elinden almaz. Alırlarsa kendini öldürmesinden korkarım!“
“Haklısın kardeş…”
Dolabın kapağı açılmıştı. Işığın yanmasıyla bir kafa gördüler… Bakan evin babasıydı. “Hanım, canım yumurta çekti. Yapar mısın?” diye yumurtalıktan iki yumurta alıp tezgâhın üstüne bıraktı.
Beyaz yumurta, sarıya seslendi…
“Hazırlan arkadaş. Bizi gezen tavuktan çıkan yumurta zannediyorlar. Öyle aldılar. Oysaki annelerimiz kapalı yerde doğurmuştu bizleri… Sahiplerimiz üzerimize biraz pislik sürüp alanları kandırmıştı… Ah bir dilim olsa, tek tek gerçekleri anlatacağım ama lanet olsun yapamıyorum ki!”
Tavuk da söylenenleri onayladı.
“Doğru söylüyorsunuz evlatlarım. Geçenlerde büyük bir çiftlikte bizi kapalı bir yere kapattılar. Sadece sarı lambalar yanıyordu. Tek yaptığımız önümüze konulan yemleri bitirmekti. Mahkûmlar gibi küçük bir yerde dolanıp duruyorduk. Önümüze yem koyuyorlardı ama onlar nasıldı, bilmiyorduk. Ara sıra birisi gelip, elindeki iğneyle bize ilaç da yüklüyordu. Belki hastalanmamız için belki de başka bir nedeni vardı. Onu bilmiyorduk. Bir sabah birçoğumuzu toplayıp, bir kamyonla mezbahaya getirdiler. Makinelere yerleşenlerimizin kafası uçup gidiyordu. Birkaç dakikada yenecek hale getiriliyorduk. Bizi poşetleyip ambalajladılar. Sonra da soğuk havalı TIR’larla uzun bir yolculuğa çıkardılar. Gümrük denilen yere gelmiştik. İçlerinden birisi Rusya gibi bir söz etmişti. Sanırım yurt dışındaki midelere gidecektik. Gidecektik ancak, Rus görevlilerden birisi içimizden numuneler aldı. İncelediklerinde, bize yükledikleri ilaçların fazla olduğunu rapor ettiler. Adamlar, bizi sınırlarından içeriye sokmadılar. Geri kalan arkadaşların akıbetleri ne oldu bilmiyorum ama ben kendimi bu buzdolabında buldum.”
“Yuh artık yazıklar olsun! Şu buzdolabında gördüğün herkes dertli… Para kazanma hırsı insanları ne hale getirmiş? Bir de birçoğu ‘Müslümanım.’ diye, beş vakit namazlarını kaçırmazlar! Anlaşılan paranın dini imanı olmazmış.”
Buzdolabı tekrar açıldığında bu kez evin oğlu kafasını uzatmıştı. Köşe de duran hamburger köftesini alıp kapağı sertçe kapattığında, içeridekiler çok korkmuştu.
“O ne ya deprem oluyor zannettik.”
Hep bir ağızdan bağırdılar…
“Esas deprem dışarıda…”
Ertuğrul ERDOĞAN
Beşeylülikibinonsekiz