Günlükteki ilk hikâye “Bülbüllere yer yoktu” idi. Bülbüllere yer olmaması, bir gününü değil belki de yaşantısında uzun bir süreyi temsil ediyordu.
Yaşantısının uzun süresince bülbüllere yer yoksa, güller acaba açmamış mıydı? Gül ve bülbül olmadıktan sonra, yaşantısının bir değeri olamazdı. Çünkü gerçek sevgiyi gül ve bülbül ikilisinde buluyor, ikilinin sevgisi rüyalarına giriyordu. Onunkisi gönüllere nakşeden derin bir sevgiydi. Gönlüm genişti ikili için tüm gül ve bülbüllerin yeri gönlümdür, diyordu.
Gül ve bülbül sevgisini yüreklerde taşımamak, garip bir çelişkiydi. Sevgi derinliği ve yürek genişliği diye bir duygu serzenişleri maalesef yoktu. Bülbül gibi yüreği aşkla dağlamaya ve kalplerinde gülün açmasına yer yoktu.
Ötmüyordu bülbülleri ve kokmuyordu gülleri…
Kuraklık beyinlerinde ve susuzluk yüreklerindeydi…
Kaldırmak istiyorlardı sevgiyi, kapatmak istiyorlardı, insanı hayata bağlayan tarihi şaheserleri. O şaheserler ki, her minaresi gül ve bülbüldüler. Tarihin en büyük, şaheserinin minaresindeki bülbülü ve gülü kapatacaksın. Sanatın inceliğini yok sayacaksın.
Bülbüller ötmez, güller açmaz toprağınızda, çünkü kalpleri mühürlüdür. Yaratılanı seveceksin yaratandan ötürü… Hayatı süsleyen, bülbül ve gülün güzelliğidir, diyordu.
İstanbul’un fethinden kalma tunç bir vazo, köşkün bir köşesinde ve içinde güller açmış, gül kokan bu ev, tarihe mal olmuştur. Bu eserleri kapatmaya çalışan zihniyet, acaba hayatı ve hayatın güzel duygularını kabul ediyorlar mı?
Şafağın renginde gülü, sesinde bülbülü duymak, büyük mutluluk. Dikkate değer güzellikleriyle, bülbüle yan çıkan yalıçapkını ve gülün peşini bırakmayan vişne çürüğü lalelerin görüntüsünü hangi yüreği fitne kapatabilir.
Beyaz ve kırmızı gülün, yan yana gelen dallarında, öten bülbüllerin birlikteliğini düşünmek bile mutlu olmaya yetmektedir.
Gül ve bülbülle insanların, hayatı öğrenmelerini isterim.
Hasan TANRIVERDİ





















