Bitmeyen hasret, udunun tellerinden, dökülür. Uduyla önce konuşur, sonra onu konuştururdu. Bitmeyen hasretle.
Konuşuyordu udunun nağmesiyle. Ferman dinlemeyen gönüllerle. Bitmeyen hasreti nakşediyordu, ezik kalplere. Tüm yönüyle, hasretin acısıydı, tellerin nağmesi. Bu nağmelerdi, onu içten içe yakıp küle döndüren.
Nağmeyle teller titresin ki sevgili de hissetsin. Ahmet bu sözden hoşlandı ve yüzü güldü. Uduyla özdeşleşen Ahmet onsuz bir yere gitmez, hatta dışarıya bile çıkmazdı. Onunkisi hayallerinde yaşamaktı. Hayallerimdeki renkli nağmeler, diyordu. Nağmeleri uduyla seslendiriyor ve içim güllerle kül gibi oluyor, diyordu.
Ahmet’in gülünün küllerine ortak olan, bir de cep saati vardı. Babasından kalma. Babası, dedesinin yaptırdığı saattir, diyordu. Uduna saatini de eklemişti. Yalnızlığın dermanı olarak.
Yaşantımın yolunu ben seçmiyorum, diyordu. Patikadan aktarıldım, şehir yoluna, udum ve saatimle, diyordu. Hikâyem bu yolda başladı, engel olmadım, çıkmadım karşısına ve devam ettim. Bu yol beni, hükümet konağına, çıkarttı. O gün, bugün udum ve saatim diyor, şehrin sokaklarında.
Yaşantıma giren, duygularımı farklı coğrafyaların, sahasında denedim. Bu denemelerim ki beni farklı tarihi değerlere götürdü. Saatimi kimseye göstermedim, çünkü benim hayal alemime aitti.
Yolum buraya düştü. Arkadaşlarım oldu. Görevimi yapıyor, udumla söyleşiyorum. Saatimin tik takları bazen beni sesli olarak uyarıyor.
Bitmeyen hasret, udun tellerinde, nağmelerle kendini gösterdi. Görevim sırasında elime almam, görevin üstünlüğünü anlamalarını isterdim. İşin ciddiyeti her zaman geçerlidir. İşini doğru yapacaksın ki nağmelerin yüreklere değsin.
Ahmet emekli konusuna iyi bakmıyordu. Emekli olmam, udum diyecek ben yapacağım. Emekli olsam da bu şehirden ayrılmam, yazları köylere çıkmak isterim.
Nağmelerle gecenin ıssızlığında, yüreğime neşe doluyordu.
Hasan TANRIVERDİ























