Ayak seslerine dönüyorlar ve bağırmalarının karşılığı, yem geliyor, diye kapısının açılmasını bekliyorlardı.
Kapı açılıyor ama heyhat yem yoktu. Bir tutam ot, bir tutam çayır, geçen yıldan kalma da mı yoktu. Yoksa, ineklerin bağırması belirli tempoda başlıyordu.
Besi inekleriydi bağıran, kapıda bir ses duymak isteyen.
Ayak sesleri kapıda bir süre bekliyor ve geri gidiyordu. İneklerin temposu artarak devam ederken, besicinin hıçkırıkları da duyuluyordu.
Besici ahırın kapısının önünde hıçkırıyordu. Tutamıyordu kendini. İnekleri gözünün önünde eriyordu. İneklerin sütü olsa ne yazar, para etmezdi. Süt yağa dönüşse, karnımızı nasıl doyuracağız. Sattığı süt yem almaya yetmiyordu.
Süt sudan ucuzdu.
Yabancının parası, tayin ediyordu yemin ederini.
İnekleri kasaba veriyoruz almıyor. Yem yok, yediremiyoruz. Onları bir deri bir kemik olmaktan kurtaramıyoruz.
Ahıra ineklerimi görmeye çekiniyorum. Ayakta duracak hâlleri kalmadı. Onlar bağırmayı kesiyor ben başlıyorum. Beni dinliyorlar, dayanamayıp yeniden acı bir feryat koparıyorlar.
İneklerimin durumu hayırsever birini çok etkilemiş olacak ki, on çuval yemi kapımın önüne döktü. İneklerim kurtuldu diye bağırdım, bırakana bağırarak dua ettim. Dua ederek ineklerin yanına gittim. Yemlerini verdim. Göz yaşları içerisinde yediler. Arada bana bakmayı da ihmal etmediler. Çarşıda da bağırarak ineklerime yem bırakana, dua ettim.
Hepsine sarıldım, ineklerim canlarım dedim. Onlar benim canlarımdı. Yem, çayır aldı başını gitti. Parasına yetişemedik, bakmadı devlet, bakmadılar.
İneklerim biraz kendilerine geldikten sonra sattım. Sattım canlarımı ve kendimi kaybettim.
Her gün çarşıya kadar bu duruma nasıl düşürüldük nerede hata yaptık düşünmeden edemiyorum. Bir sonuca da varamıyorum.
İneklerim ve göz yaşlarım.





















