Onu bulmakta zorlanabilirsin. Çünkü o daha 7-8 yaşlarında. Ufarak bir çocuk, yani. Neden
bulmalısın?.. Çünkü o benim arkadaşım. Tanısan sen de seversin. Hatta bir gün, ümit ediyorum ki,
babasından ve annesinden izin almak kaydıyla, birlikte bir yerlerde oturup sanatsal kaygılarımızdan
bile konuşabiliriz. Üçümüz. Hızlı akan şu çağın sanatı nasıl etkilediğine ilişkin en sağlam yorumları
Leda’dan dinleyebiliriz. Bizim duvarlarımız varsa; onun duvarları yok da ondan dolayı daha net
sebeplerle değişimi bize ve başkalarına daha iyi anlatabilir.
Sanırım, bulabilirsin onu. Onu ilk gördüğümde, 4-5 yaşlarındaydı. Aradan üç yıl geçti. Görünme
ihtimalinin yüksek olacağı yeri tarif edeyim… Charlottenburger Tor civarı bit pazarı kuruluyor.
Berlin haritasına göre düşünecek olursak; Charlottenburger Tor solda, Brandenburger Tor ise sağda
kalıyor. Tiergarten‘a da yakın bir yer.
İnternette de biraz araştırmıştım. Oldukça eski bir bit pazarı. Oraya gittiğim gün, ki yolumun
üzeriydi ve bilmiyordum orada öyle bir pazar kurulduğunu, ilk fark ettiğim şey gürültüsüz bir pazar
oluşuydu. Ne kadar sessiz bir pazar! demiştim, içimden. Aslında, gayet de mantıklı bir durumdu;
böyle pazarlarda eşyanın varlığı daha ağır basmalıydı; eşya sahibinin sesinin, değil.
FranklinStrasse üzerinde bir otelde kalıyordum. Spree nehrine yakın bir otel. Öğlene doğru dışarı
çıkmıştım. Amacım, uzun bir yürüyüş yapmaktı. 2022. 8 Mayıs. Günlerden pazar. Hava iyiydi. Az
bulutluydu gök.
Bit pazarının girişi sayılabilecek bir noktada durup sağlı sollu tezgahlara şöyle bir baktım. Sol
taraftaki tezgahların sırasında bir şey dikkatimi çekti… Mavi örtülü, boş gibi duran bir tezgah. Biraz
daha dikkatli baktım… Bir şeyler vardı fakat boş gibi gelmişti ilkin. Hemen oraya yönelmedim.
Sağdan, bir iki metre geriden yürümeye başladım. Aklımda o mavi örtülü tezgah vardı.
Eski kitaplar, biblolar, vintage giysiler, plaklar… Bir sürü şey… Yürüdüm, ara ara durarak. Sol
taraftaki mavi tezgahı artık daha net görüyordum. Berisindeki ve ötesindeki tezgahların başında tek
tük de olsa insanlar vardı. Gelip geçen insanlar mavi tezgaha uğramıyorlardı. Yay çizip geçiyorlardı.
Arkasında küçük bir kız çocuğu gördüm. Yüzü biraz asık gibiydi. Dudaklarını burmuş sağa sola
bakıyordu. Sadece kafası ve omuzlarının az bir kısmı gözüküyordu. Mişa ve Koca Ayı adlı çizgi
filmindeki Mişa‘yı da biraz andırıyordu, Leda. Tabii, biraz asık suratlı.
Oraya doğru döndüm ve yürüdüm. Artık tezgahın üstünde ne olduğunu görüyordum. Yedi kısım
halinde A4 kağıtlar. Her kısımdaki kağıtların üzerine ufak taşlar koymuş, kağıtlar uçmasın diye.
Tezgahın önüne geldim. O sırada Leda yan taraftaki babasının tezgahının yanında bir şeyler
konuşuyordu. Yavaşça kağıtları-resimleri kaldırıp incelemeye başladım. O sırada Leda karşımda
belirdi. Bir şey dedi fakat anlamadım. İlk sıradaki kağıt grubuna doğru bir adım attı. Kağıtların
arasından bir tanesini seçip bana uzattı. Hemen aldım ve incelemeye koyuldum. Sonra ona dönüp
resmi beğendiğimi başımı sallayarak belli ettim.
Elini uzattı Leda. Resmi geri ver, der gibi. Bir şeyler de söylüyordu fakat konuştuğu şeyler bana “mi
mi mi mi” gibi geliyordu. Zaten bir de Almanca konuşuyor. Hiç anlamıyorum. Uzattım resmi. Aldı.
Önce dörde katladı. Sonra sağ taraftan bir resimli kağıt daha aldı. Onun arasına koydu resmi. Onu
da katladı, muhafaza olsun diye. Renkli bir bant ile de yapıştırdı.
Sıra gelmişti bu resmin parasını ödemeye. “Was kostet?” diyebildim. Bir şey demedi. Düşünür gibi
yaparak başını öne eğdi. O sırada babası da Leda’nın yanına geldi. Leda dönüp babasına baktı. O
sırada ben de cebimdeki bir adet kağıt 5 euro ve 7-8 adet 2 euro’luk bozukları sağ avucuma koyup
ona doğru uzattım. Paralara baktı. Bir miktar aldı ki bakmadım ne kadar aldığına. Tamam, der gibi başını salladı.
Ben, muhafaza kağıdını da göstererek bu da güzel dedim. Bir miktar daha para verdim. Gülümsedi.
Sonra babasına döndüm. “Danke” deyip sağa döndüm. Bir iki adım sonra resmi açıp incelemeye
başladım. Yaklaşık bir beş dakika elimde açık şekilde gezdim.
Renkler canlıydı. Bu, güzel bir şeydi. O küçük yaşına rağmen mantıklı bir disiplin anlayışına
sahipti; davranışlarıyla bunu hissettiriyordu… Kaç resim vardı orada? diye düşündüm. Yedi kısım. En
az sekiz resim vardı hepsinde de. En az 56 resim. Gruplandırmayı nasıl yapmıştı?.. Her kısımdaki
resimlerin belirli bir teması olabilirdi. Bir dahaki karşılaşmamızda bunu ona soracağım.
Ben resimlere bakarken, kendi seçtiği resmi vermesi de ayrıca hoşuma gitmişti. Fakat hala kafamı
kurcalayan bir şey var. İlk sıradaki resmi seçmemişti. Yeniden hatırladım. Resimlere baktı, baktı,
baktı… Bana aradaki bir resmi alıp verdi.
Berlin‘e bir başka gelişimde onu bir daha görmeyi ümit ederek Brandenburger Tor’a doğru yürümeye
devam ettim.























