Babam Adil Günay, benim ilk öğretmenim oldu. Çocukluğumda dürüstlüğü, çalışkanlığı, okumanın kıymetini, Allah inancını, vicdanlı olmayı, daha birçok erdemli davranışları ondan ve annemden öğrendim. Onlar birbirlerini tamamlayan iki güzeller güzeli, kumrular gibiydiler. Yuvayı birlikte kurdular, yavrularını birlikte büyüttüler; sevgi, saygı ve aşk ile. Bir tek sorun vardı o da babamın; annemin ‘’aybaşı geldi’’ diye tanımladığı korkudan kaçmaları. Babam, ansızın kendisini kaybeder, ‘’Geliyorlar! Geliyorlar! Geliyorlar!’’ diye diye çok uzaklara kaçar, sonradan aklı başına geldiğinde yine eve geri dönerdi. Bazı anlar vardı ki, artık anneciğim dayanamaz duruma gelirdi. Ne doktorlar, ne de hocalar çaresini bulamamışlardı. Küçücük başımla babamın arkasından hayvanların otlatıldığı kovalığa kadar koştuğumu, onu eve getirdiğimi hiç unutamam.
Anneciğim doktor doktor, hoca hoca geziyor, babamın hastalığına çare arıyordu. Ben ve ağabeyim küçüktük ama görüyorduk babamın çektiklerini. Çocuk başımızla sadece korkular yaşıyorduk babam o halleri yaşarken.
Seneler durmak bilmiyor. 27 Mayıs İnkılabının olduğu yıl ben dördüncü sınıfta idim. 1959 Yılının yazında Kuşadalı bir ailenin yanında tütün işçileri olarak ailece çalışmıştık. İncirliova yakınlarında, Alangüllü denen mevkiye yakın bir yerdi. O yaz tütün tarlasında birkaç kez babacığım yine aynı durumları yaşadı. Onun hallerini gören Mehmet ağabey, Balcı Mehmet derler, bizim Kuşadası’na taşınmamızı, deniz havasının babama iyi geleceğini söyleyince 1960 yılının haziran ayında Kuşadası’na taşındık.
Kuşadası’nda babam fıstık satmaya başladı. Yer fıstığını alıyor, fırında kavuruyor, kolunda gezdirdiği iki gözlü fıstık camekânı ile sokak sokak dolaşıyordu. Dolaşırken;
‘’Fıstıkçı geldi! Fıstıkçı geldi!
Elle elleve! Elle elleve!
Sıcacık, fırından şimdi çıktı! ‘’
Elle elleve! Elle elleve!
gibi yine kendine has ve güzel sesiyle sokak sokak gezerdi. Bir koluna iki gözlü fıstık camekânı takar, diğer koltuğuna da oturağını koyar öylece dolaşırdı. Yorulunca da koltuğundaki sehpayı çıkarır, oturur, dinlenirdi. Arada sinirlenip de kendi kendine bağırmalarına, dertlenmelerine ses çıkarmıyordu Kuşadası’nın güzel halkı. Bir başka güzeldi o zamanlar. Herkes birbirini tanır, ihtiyacı olanlara karşılıksız el verirlerdi. Kimse onun çektiği acıları bilmiyordu, ben bile. Ta ki, onun kendi sesinden Yunan İşgalinde çektiklerini dinleyinceye kadar… Çocuk yaşlarda nereden bilebilirdim ki savaş korkularını ve psikolojik sebeplerini?!.
Yaş ilerledikçe fıstık satmak zor gelmeye başladı sanırım. Şamali (şam tatlısı) satışına başladı babam. Evde annemle birlikte şamaliyi yapar, tepsileri fırına götürür, kendisi dikkatlice pişirip eve geri getirirdi. Sıcacık şamaliden önce bize tattırır, hepimizi öpüp koklayıp, Allah’a emanet edip satışa çıkardı. Akşamları eve geldiğinde anneme ve bize hesap verirdi:
“Hatice’m, bu kadar kazandım. Bu kadarı sermayemiz, bu kadarı kazancımız, şu kadarı da benim çay, kahve param.’’ diyerek anneme kazancını teslim ederdi. Sonra da:
‘’üç sıra şamaliyi parasız çocuklara, yaşlı kadınlara, erkeklere, parası olmayan öğrencilere dağıttım. Hakkınızı helal edin yavrularım, Hatice’m.” derdi. Fıstık satarken de aynısını yapardı. Daima kendisinden daha zor durumda olanları bulur, onlara yardım ederdi.
Hiç unutmam bize anlattıklarını. Yaşlandım, bir ayağım çukurda ve canım babamın sözleri kulaklarımdan benliğime iyice yerleşmiş ki, aynı şeyleri ben de yapıyorum. Bize anlatırken hayran hayran dinlerdik onu: “Şükran’ım, bir iki öğrenci sessiz sessiz karşımda duruyor, belli ki parası yok. Diğerleri gidince hemen bir tane şamaliyi sarıp eline veriveriyorum. Yavrucak, teşekkür edip gidiyor. Bazen de köşe başlarında yapayalnız oturan yaşlı kadınlar, erkekler, engelli insanlara rastlıyorum. Onlara da belli etmeden verip geçiyorum. Bu yüzden evimizin bereketi, bolluğu bitmiyor kızım. ‘Veren el, alan elden üstündür.’ demişler ya atalarımız, çok doğru. Herkes kendi gücünde elinden geleni yapsa ne iyi olur değil mi?” diye biz evlatlarına örnek olmaya çalışırdı. Bambaşka bir inancı, tertemiz yüreği ve sarsılmaz bir Yaradan inancı vardı babam Adil Günay’ın. Böyle bir babanın kızı olmaktan her zaman gurur duydum. Şükürler olsun.
Altmışlı yılların sonu, yetmişli yılların başında hayat şartları iyiden iyiye güçleşti. Germencik’teki evimizi satmış, tütün ekimine başlamıştık. Başaramadık. Elimizde, avucumuzda ne varsa tütün sayesinde bitti. Kuşadası’nda kirada oturmak kolay değildi. Babacığım sabah namazından sonra yatmaz, akşamın geç vakitlerine kadar çalışırdı bizlere bakabilmek için. Birer lira, birer lira kazanır, hiç yoruldum demezdi. Anneciğim de arada zeytin toplamaya giderdi. Öğretmen okulunu bitirinceye kadar ben de tütün, incir mağazası, pamuk, zeytin toplamaya gündelikçi olarak gidiyordum. Kazandığımız paraları ailelerimiz alırdı. Bu birlik beraberlik tanımsız bir mutluluktu bizler için. Senin benim param gibi ayrıcalıklar yoktu. O aralar öğretmen okulunu bitirmiş, köyde göreve başlamıştım. Babacığıma destek oluyor, aylığımı aileme veriyordum.
Yetmişli yılların başında Avrupa’ya işçi akımı çoğaldı. Babamın iki erkek kardeşi Almanya ve Hollanda’ya işçi olarak gitmişlerdi. Ağabeyim hanımını göndermek istedi. İki kez yengem, Almanların sağlık kontrolünden geçemedi. Geriye bir ben kalmıştım. Babam: “Şükran başvursa onu hemen alırlar. Gitse de bize bir ev alsa.” demiş anneme. O zamanlar benim bir köy kızından farkım yok. Hiç bir şey bilmiyorum. Aylığımı bile annemle birlikte gidip alıyoruz. Aydın hükümet binasından maaşımı almış dönüyorduk. Annem: “İşte şurası yengenin başvurduğu yer. Gel sen de yazıl. Öğretmen olduğunu deme sakın.”
Böylece on gün içinde kendimi Almanya’da işçi buluverdim. Gidişim ayrı bir öykü ama, burada babamı anlattığım için kısa kesiyorum. Almanya’ya işçi olarak gidip, babama bir ev alıp dönecektim. Öğretmenlikten istifamı vererek gurbetin kucağına düştüm.
Allah’ın hikmetleri sonsuzdur. Bunu çok iyi biliyorum. Aileme bir yuvacık almak için gittiğim Almanya’da iki buçuk yıl kadar işçi olarak çalıştıktan sonra, ne büyük hikmettir ki, elli beş (o zamanlar) kadrolu, dokuz yıllık Alman okuluna tayinim yapıldı. Tabi işçi olarak çalışırken akademiye kaydımı yaptırmış, Almanca öğrenmeye başlamıştım. Almanca bilmemin çok yararlarını gördüm. Aynı okuldan otuz dokuzuncu öğretim yılı sonu Alman yasalarına göre öğretmen emeklisi oldum.
Şimdi yine canım babama dönüyorum. Babacığımın bir evi oldu oturabileceği. Kira derdinden kurtuldu. Hem annem hem babam rahatladılar. Hayat şartları gittikçe güçleştiği için anneciğim de Kilis’e gidiyor, oradan hanım arkadaşı Müşerref abla ile birlikte satılık eşyalar alıp getiriyor, babama destek oluyordu. Almanya’da olan ben ise desteğimi vermeye devam ediyordum, ama benim için de hayata tutunmak hem maddi hem manevi çok zor olan yıllardı.
Babam yaşlanmıştı, artık eskisi kadar gücü yoktu. Üç aylığına misafir olarak getirdiğim Almanya’dan geri dönerken kendisine tartılar aldı. Almanya dönüşü tartıcılığa başladı. Onu görerek başkaları da tartı işine başladılar. Bir de her gelişimde Almanya’dan bolca balonlar getiriyordum. Babam onları çay bahçelerinde dolaşarak satıyordu. Şimdiki Bülent Ecevit Parkının olduğu yerde kukla oynatılırdı çocuklar için. Bu yüzden çoluk çocuk aileler çay bahçesini doldururdu. Canım babam da balonlarını orada satardı. Ekmeğini taştan çıkaran derler ya, işte onlardan biri de benim babamdı. Onun babalığı sayfalara sığmaz.
Son nefesine kadar çalıştı. Kursağına (babamın ifadesi ile) haram lokma girmedi. Çok çalıştı kimseye muhtaç olmamak için.
Biraz da Kuşadalılardan bahsetmeliyim şimdi. Kuşadası esnafından, sokaktaki insanına, okula giden öğrencisine ve başa gelen belediye başkanlarına kadar herkes sevdi babamı. Onu korudular. Yardımcı olabilmek için çoğu kez tartıldılar, onu dükkanlarına çağırarak uğur getirdiğini söylediler.
Hiç unutmam:
Hatice’m yeni gelen belediye başkanı seyyar satıcıları yasaklayacakmış. Nasıl geçiniriz eğer böyle olursa? Germencik’e geri taşınırız belki. Ama, Allah büyük! Bir çaresi bulunur elbet.
Aç mezarı yok Adil. Her zaman öyle söylentiler oluyor. Bekleyelim, görelim hele. Zor durumda kalırsak Germencik’e gideriz.
Annemin ve babamın bu tür konuşmalarına kaç kez şahit oldum. Babacığımın çaresizlikten ağladığını bile bilirim. Kuşadalı yöneticilere, halkına, çoluğuna çocuğuna minnetimiz sonsuz. Her birinin üzerimizde hakkı var. Allah hepsinden teker teker razı olsun.
Babam için söyleyeceklerim hiçbir zaman bitmeyecek. O öyle bir baba ki, onun bana verdiği sevgi, dürüstlük, çalışkanlık sayesinde hiç yılmadım hayattan. Düştüğüm yerlerden azimle yeniden kalktım. Babamın bende; beynime kazıdığı Yaradan inancı, Yunus Emre’nin Yaradan aşkı sayesinde dimdik ayakta kaldım.
Öğretmen olduğumda çok sevindi. Eline geçen fırsatı kaybettiği için üzgündü. Kimselere diyemedi başına gelenleri. Son nefesine kadar sözünde durdular her ikisi de. Babaannem, ‘’ Geliyorlar! ‘’ korkusuyla divanın altına saklanmış, cansız bedenini orada bulmuşlar. En yakın komşusu anlatmıştı. Artık hiçbiri hayatta değiller. Babam ise rahatlamıştı. Artık ona ait ne varsa kızı Şükran’ına anlatabilmişti annemle birlikte. Rahmetli annem; “Şükran’a olup bitenleri anlatacağım diyordun ya, anlat ga(y)ri, ölüm var kalım var.” demişti. Her ikisinin ses kayıtlarını saklıyorum. Belki bir gün kendi yavrularım dinlerler, dedelerini ve tarihlerini unutmazlar umuduyla.
Yunan işgalinde çektikleri ile koskoca bir ömrü geride bırakıp gitti canım babam. Son nefesine kadar elini elimden bırakmadı. Rahattı, huzurluydu. Yalnız değildi son yolculuğunda. “Babam, annemin soğuk yüzünü göremedim. Erkenden gömmüşler. Seni de göremiyeceğim, bu gurbet ne zor bir şey” dediğimde, hemen ceketinin cebinden bir kağıt çıkardı; “Hayır! Bak! Ben Allah’ıma yazdım. Sen gelmeden benim canımı almayacak!” dediği anı görmeliydiniz. Sarılmış, hüngür hüngür ağlamıştık baba kız. Tuhaf ama gerçek! Babamın dediği gibi oldu ve ve ben mezara gömülünceye kadar yanındaydım ve evlatlık görevimi son anına kadar yapabildiğim için mutluyum. Huzurluyum.
Ey güzel Tanrı’m! Senin sonsuz hikmetlerini anlayanlardan eyle! Babam seni anlamış ki ben gelince onu yanına aldın hem de hiç acı çektirmeden. Babacığımın o son nefesini verdiği yataktaki nurlu yüzünü ve son nefesini verdikten sonra odaya yayılan o mis kokuyu nasıl unutabilirim? Yediği, yedirdiği lokmalar gibi; verdiği son nefes de misler gibiydi. Seneler sonra aynı kokuyu Karaman’da Yunus Emre’nin türbesinin içinde hissettim.
O baba ki, babaların hası idi.
Tüm has babalara selam olsun!





















