BÜYÜK İSKENDER’İN GERÇEK BABASI KİMMİŞ?
Başka yerlerden değil
Bilimden geçir yolunu
Bilimden geçmeyen yolun
Felâket olur hep sonu.
H.E.
“Hangi ülkenin yurttaşları çok kitap okuyor?” diye bir araştırma yapılmış. 173 ülke arasında Japonya birinci, Almanya ikinci… Hemen arkalarından Fransa ve Çin geliyor.
Biz mi?
Bizim ne işimiz var, bu gâvurların arasında? Onların devlet bütçeleri sağlam, cüzdanları dolu… Rahat rahat okurlar tabii. Gece gündüz çalışmaktan, kitap okumaya zamanımız mı var bizim!
Yine de merakınızı gidermek için söyleyeyim:
- olmuşuz biz. Yüz on üçüncü…
Sağımızda solumuzda kimler mi var?
Libya, Tanzanya, Yemen… Afganistan, Pakistan, Gana…
Başka sözüm yok. Bu kadarı yeter de artar.
***
Biz gelelim şimdi yine, 1958 Haziran’ında, 5. sınıf arkadaşlarımla birlikte yaz çalışmasına kaldığım Aksu Öğretmen Okulu’nda okuduğum Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları adlı kitabına:
Düşünür şairimiz, en önemli eserinin giriş bölümünde, “15 yaşındayken okuduğum Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmani’si ile Süleyman Paşa’nın Tarih-i Âlem kitapları bende Türkçülük tohumlarını yeşertti.” diye yazar.
Bugün, 15 yaşındaki hangi gencimiz, ders kitabı dışında “Türkiye Türkçesi” ya da “Dünya Tarihi” diye bir kitap okur? Gençleri suçlamıyorum. Onların anne-babaları, öğretmenleri okumazsa, onlar niçin okusun?
Okuduğu kitapların etkisiyle “Türkçü olmak için önce Türk dilini sevmek ve ona saygı duymak gerektiğine” inanan Gökalp, bu konuda düşünmeye ve araştırmaya başlar.
“Bizim güzel dilimiz, Osmanlıca denen saray dili değil; halkın konuştuğu, Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun şiirlerindeki Türkçe’dir.” görüşünü benimser ve bu düşünceyi yaymak için şiirler, makaleler yazmaya başlar.
Özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra (1908) Diyarbakır’da kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temsilcisi olarak Selanik’e gittiğinde, Genç Kalemler dergisini çıkaran Ali Canip’le tanışır. Aynı görüşü paylaşırlar. O günden sonra, Genç Kalemler’de yayımlar yazı ve şiirlerini.
Sürekli okur, araştırır. Bıkmadan usanmadan geliştirir; bilgi ve düşüncesini.
Evet, “Türkçü olmak için en başta Türkçeyi sevmek, halkın diliyle konuşup yazmak, dilimizde karşılığı olan sözcükler yerine yabancı sözcükler kullanmamak gerekir.” görüşünü benimser. Ancak millet (ulus) kavramındaki ırkçılığa ne denli karşı ise, dilde ırkçılığa da karşıdır o.
DİLDE IRKÇILIK NE DEMEK?
“Kendini Türk kabul eden herkes Türk’tür.” der Gökalp. İster siyah, ister sarı, ister kızıl ırktan olsun. Bir insanın Türk sayılması için deri rengi de fark etmez, kafa yapısı da… Dedesi nerden gelmişse gelmiş; bu da hiç önemli değil…
Türk milleti için böyle düşündüğü gibi, dilimizdeki sözcükler için de böyle düşünür. Yani, bir sözcük halkımızın konuşma diline girmişse, onun kökenini aramaya gerek yok. Aslı hangi dilden olursa olsun, onu yabancı sayıp yeni sözcük aramak dilde ırkçılık demektir.
Kimi aşırı dilciler, “tasviyecilik” denen bu yolu denemişlerse de yararlı değil, zararlı olmuşlardır. Bundan kaçınmak gerektiğini özellikle belirtir yazarımız.
Sözgelişi “merdiven” ya da “maydanoz” sözcüklerinin ne olduğunu bilmeyen var mı? Herkesin bilip kullandığı bu sözcükleri, “Aslı Türkçe değildir” diyerek atmaya kalkmak boşa uğraşmaktır.
TÜRKÇÜLÜK NEDİR?
Bu topraklarda yaşayıp yaşadığı toprağı vatan kabul eden herkesi Türk sayan Gökalp, “Türkçülük nedir?” sorusuna, “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir.” yanıtını verir. Bu düşüncesini şöyle kanıtlamak ister:
“Büyük İskender der ki, ‘Benim gerçek babam annemin kocası Kral Filip değil, filozof Aristo’dur. Kral Filip benim dünyaya gelmeme neden oldu ama beni yeniden yoğurup yaratan öğretmenim Filozof Aristo’dur.’
Yalnız mutlu zamanlarımızda değil, felâketlerde de bizimle birlikte olmuş herkes Türk’tür.” der ki yazarımız, al benden de o kadar!
Tarihimizi çok iyi araştırıp inceleyen yazarımızın bu konudaki düşüncesini şöyle özetleyeyim:
Orta Asya’da iken eski Türk dilinde Türk’ün gök tanrısı korkulan değil sevilen, barışçı bir tanrıydı. Orta Doğu tanrıları gibi kadın aleyhine erkeğe torpil geçmemiş, kadınla erkeği hak, hukuk ve özgürlükte eşit yaratmıştır.
Bu dinsel anlayış, toplum içinde kadınla erkeğin birlikte çalışıp birlikte karar vermelerini kolaylaştırıyor; ayrışmaya, kavga beklentilerine meydan vermiyordu.
Oysa Osmanlı toplumunda hem kadınla erkek ayrılmıştı; hem de seçkinlerle halk…
Seçkinler, seçkin okullarda halk kültüründen yoksun olarak yetiştiklerinden halkı cahil, yobaz ve geri görüyorlardı.
Öyleyse ne yapmak gerekirdi?
En iyisi, Gökalp’i biraz daha dinleyelim; derim ben.
Hüseyin Erkan