AKSU ÖĞRETMEN OKULU /FİKRİ HÜR, VİCDÂNI HÜR BİR ŞÂİRİM BEN
Onlar niçin semâda, ben niçin çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?
TEVFİK FİKRET
(1867-1915)
1957-1958 ders yılında Aksu Öğretmen Okulu 5. sınıfta edebiyat öğretmenimiz İsmail Gürkaynak’tı. Sanırım, o yıl gelmişti okulumuza.
Nereden geldiğini de bilmiyorum, nereli olduğunu da… İlk dersinde kendini tanıtmadığı gibi, bizi de tanımak istemedi nedense.
“Öyle davranırsam, bu gençlerin ne yapacağı belli olmaz. Ciddi olayım ki, onlardan da ciddiyet beklemek kalktım olsun.” diye düşünmüş olabilir. Gülmüyordu da hiç, güldürmüyordu da.
Nihad Sami Banarlı’nın(*) liseler için hazırladığı “Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı” idi ders kitabımız. Ders başlayınca onu açıyor, bitince kapatıyorduk. Onun dışında ne dergi, ne gazete, ne kitap!.. Ders kitabı nemize yetmezdi bizim; değil mi ya!
Ders kitabımızda Tevfik Fikret’in, “Bugün yine açız evlatlarım; diyordu peder/Bugün açız yine”diye başlayan bir şiiri vardı. Yoksul bir balıkçı ailesinin öyküsü…
Her derste olduğu gibi şiiri okuyup alttaki soruları yanıtladıktan sonra konuşacak bir şey kalmadı. Teneffüs zili de çalmamıştı henüz. Parmak kaldırdım. Söz verince öğretmen:
“Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Ateşkesi’nden sonra 1918’de Suriye’deki görevinden İstanbul’a döner dönmez, ilk işi Tevfik Fikret’in mezarını ziyaret etmek olur. Neden bir padişah, bir vezir, bir din adamının türbesi ya da neden bir başka ünlü şair ve yazarın değil de ille de Tevfik Fikret’in mezarı?” diye sordum.
“Hayda! Bu ne biçim soru? Dersle, işlediğimiz konuyla ne ilgisi var bu sorunun?” der gibi baktı bana öğretmenimiz. Sonra:
“Güzel bir soru! En iyisi şöyle yapalım: Önümüzdeki haftaya sen, Tevfik Fikret’in hayatını ve edebi kişiliğini hazırla, bir saat boyunca bize anlat. Bu sorunun cevabını da düşün.” dedi.
Öğretmenimiz, bu saçma sapan soruyu soran öğrencisine kendince bir ceza vermek istedi
belki ama bir ödül gibi geldi bu bana.
Okul kütüphanesinde Varlık Yayınları’ndan, Tevfik Fikret adlı bir kitap vardı. Gidip onu aldım hemen. Hayatını da anlatıyordu, edebi kişiliğini de… Ayrıca şiirlerinden örneklerde vardı içinde.
Baştan sona okudum. Önemli bulduğum notları yazdım defterime. Özellikle Nâmık Kemal ve Ziya Gökalp gibi sevdiğim bir şairdi Fikret. Ah, Gökalp gibi dili de sade olsaydı biraz!
Evet dili sade değildi ama kafası ve kalbi çok güzel bir şairdi o. Aynen Nâmık Kemal gibi, o günkü devletimiz ve milletimizin çağdaş ülkelerden geri kaldığını görmek, onu çok üzüyordu. Bu acı gerçekleri şiirlerinde yansıtıp çözüm yolları da öneriyordu.
Ne miydi önerisi?
“Bu din, şu din, o din değil; bu gerilikten, bu acınacak durumdan çıkış yolu bilimdir; bilim!”
diyordu anlayana.
O nedenle oğluHaluk’u İngiltere’ye yükseköğrenim için gönderirken:
Bize bol bol ziyâ kucakla getir.
Düşmek etrâfı görmemektendir.
diye öğüt veriyordu.
Buradaki “ziyâ” sözcüğü bildiğimiz gibi “aydınlık, ışık” demektir. Ancak güneş ışığı, elektrik ışığı değil, doğru düşünüp doğru kararlar vermemize yarayan bilginin, bilimin ışığı…
Gerçi oğlu Haluk, babasının gösterdiği yolda yürüyeceğine ters yola girip din değiştirerek önce Hristiyan sonra papaz olur. Ona girmeyelim şimdilik.
Bir hafta sonraki edebiyat dersimizde geçip sınıf arkadaşlarımın karşısına, anlattım Fikret’i, anlayabildiğim kadar. Şiirlerinden örnekler okudum daha çok.
İlk sunduğum örnek “Millet Şarkısı” adlı şiiriydi:
Çiğnendi yeter, varlığımız cehl ile kahre,
Doğrandı mübârek vatanın bağrı sebepsiz.
Birlikte bugün bulmalıyız derdine çâre
Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz!
dizeleriyle başlar bu şiir.
İkincidörtlükte, vatanı anneye benzetip:
Gel kardeşim, annen sana muhtâç, ona koşmak…
Koşmak ona, kurtarmak o bî-bahtı vazîfen.
Karşında göğüs bağr açık ölgün, yatıyor bak;
Onsuz yaşamaktansa beraber ölüş ehven!
diyerek göreve çağırıyordu bizi.
Ve sonra, “Gerçekleri bilelim ama asla umutsuz olmayalım” dercesine şöyle sesleniyordu:
Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;
Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa
Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.
Son dörtlükte isyanını dile getiriyordu:
Haksızlığın envâını gördük; bu mu kânun?
En gamlı sefâletlere düştük; bu mu devlet?
Kânunsa da devletse de artık yeter olsun!
Artık yeter olsun, budenîzulm-ü cehâlet!
Ve her dörtlükten sonraki nakaratla bitiyordu şiir:
Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol,
Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa, var ol!
Okuduğum ikinci Hânı Yağma(Yağma Hanı)adlı uzun şiirin her dörtlükten sonra iki-üç sözcük değişikliğiyle yinelenen nakaratı da şöyleydi:
Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Özellikle bu nakaratı vurgu yapa yapa okuyordum. Neden bilmem, pek memnun değilmiş gibi bir ifade vardı öğretmenimizin yüzünde. Oysa şiir bitince, coşkuyla alkışlamıştı arkadaşlarım.
Kendisini,“Fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür bir şâirim ben.” diye tanımlayan Tevfik Fikret gibi bir şairi sevmez olur muydu Atatürk?
Sevmeseydi, “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden(aynı Tevfik Fikret gibi) fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür nesiller ister.” der miydi?
Görevimi bitirince, öğretmenim cebinden not defterini çıkarıp, “Sözlü notu olarak 8 veriyorum.” dedi.
İyi de ben not almak için yapmamıştım ki bu görevi. Sonra niçin 5-6 değil, niçin 9-10 değil de 8’di? Böyle bir değerlendirme yapmadı öğretmenimiz.
O gün not olarak 8 almış olmam ne sevindirdi, ne de üzdü beni. Atatürk gibi benim de sevdiğim bir şairi anlatmıştım ya arkadaşlarıma, o yetti de arttı bana!
—————————————————————————–
(*) Nihad sözcüğünü özellikle böyle yazdım. Çünkü İstanbul/Çapa Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenim olan bu ünlü edebiyat tarihçisi, adını mutlaka böyle yazardı.






















