Nasıl insan bilgisi ve düşüncesi doğuştan oluşmuyorsa, soyut düşünme yetisi de ancak okuyarak, bilgilenerek oluşur. Fikir üretebilmek için mutlak bulgulara, kavramlara ve sonuçlara ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan insan düşünme olanağı bulamaz mı? Bulur bulmasına, düşünür düşünmesine ancak hayale kurmaya ve yaşadığı çağı yorumlamaya ve duruş ortaya koymasına yetmez.
Diğer taraftan, üretmek şöyle dursun, var olanla yetinmek içinde olan insanın, gelecek imgesi de diyebileceğimiz; özgürlük, eşitlik, adalet talebiyle türlü eziyetleri ve hatta ölümü göze alması olanaklı mı? Elbet ki değil. Çünkü gelecek imgesini bugüne çağırmak, aklı kullanmayı da öngörür. Belki bugüne değil ama geriye baktığımızda düşünmeyi erdem olarak kabul eden toplumlarda, düşünürler hayal kuranlar şairler hayatlarını hiçe sayarak düşüncelerini açıklamaktan geri adım atmadılar.
“Aklını kullanmaktan korkma!” bu söze ilk defa antik Roma şairi Horatius’ta görürüz. Binlerce yıl sonra 18. yüzyılda, aydınlanma çağının öncülerinden Immanuel Kant’ta, aydınlanma kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir der.
Bilinir ki aklını kullanmak özgürlüktür. Dogmalar ise insanoğlunun mutlak bir karanlığa girmesidir.
Avrupa, dinin devlet otoritesiyle de birleşmesinin sonucunda, devasa bir mezarlığa dönüşmüştü. Düşünce üretemeyen hatta düşünceyi suç sayan engizisyonun yaratıcıları, aydınlıktan yana, akıl ürünü fikirlerini dillendirmekten korkmayan Buruno’nun bedenini yakarak ortadan kaldırmıştı.
Dünyanın hemen hemen her bölgesinde hâkim olan din merkezli akıl dışılık, bizim coğrafyamızda da, Hallacı Mansur’u, Seyit Nesimi’yi, Pir Sultan’ı, farklı zamanlarda ama akla hizmet ettikleri gerekçesiyle ve korkunç işkencelerle dünyadan ayırmıştı.
Yani akıl, binlerce yıldır dünyanın her bölgesinde dinci softalıkla vuruşarak bu günlere geldi.
Dünyanın birçok ülkesinde ve bizim yurdumuzda olsun, sağcı gerici politikaların iktidara taşınmasının en temel dayanağı, dinin yeniden politikalarına meze oluşmasında saklı! Onlar, dinci akıl dışılığa prim vermeyi seviyor ve bunu iktidar olabilmelerinin bir gereği olarak görüyorlar. Fakat sorun, aydınlanma kültürünü benimsediğini söyleyen politikacılarda başlıyor. Sanıyorlar ki onların etkilediği kalabalığı, kendileri de okşarsa oy alacaklar. Böylesi bir durum olanaklı mı?
Softalığın, dinciliğin orijinali hemen yanı başlarındayken ve sadaka dağıtmayı sürdürüyorken, “sahte” gördüklerine yönelirler mi? Bu durum tarihten öğrendiklerimizi zorlamak olmaz mı?
Aydınlanma cephesinde durduğunu söyleyerek, bu politikaları gerçekleştirmeye çalışanlar bilmeli ki; o kitleler ancak, aklını kullanmaktan korkmadığı sürece, ortak bir gelecek imgesi uğruna eziyeti göze alabilir ve sol politikaların yanında dururlar. Aksi yöndeki her davranış, yeni eziyetler ve hatta yeni kan denizlerinin oluşmasına yol açar.
Günlük yaşantımızdaki bunca şiddet, adaletsizlik, kayırmacılık ve kadim tarihten gelen menkıbeler, hikâyeler, destanlar hep bu imge üstünden yürümez mi? Hatta Ay’la Güneş’in sonsuz aşkı, karanlıkla aydınlığın savaşını anlatmaz mı?
Aklını kullanmaya cüret eden insanlık, yüzyıllardır karanlığa, softalığa karşı savaşarak bulabiliyor yolunu. Şimdilerde aydınlanma saflarını terk eden “liberal zevat” ki onlara sorsan, bunca karanlıktan sonsuz özgürlük çıkacağı yanılsamasını yinelerler.
Fakat hayatın diyalektiği asla doğrulamaz onları. İnsan kendini söyledikleri ile değil söylemedikleri ile kandırır.
İnancım; her insanın aydınlıkta kalma isteğini, ne pahasına olursa olsun dillendirmesidir.
Değilse o yobaz kafalar, bu yüzyıldan sonra da, daha yüzlerce yıl karanlıkta kalmasını istedikleri kafalarıyla, yok edecekler bütün ışığını dünyanın.
Yarasalar karanlığı sever, karanlıkta yaşar elbette, fakat diğer bütün canlıların yaşam kaynağı Güneş’tir, ışıktır, aydınlıktır!