Birçok güzelliğin bir arada yaşandığı, teknolojinin henüz arkadaşlıkların önüne geçmediği bir devirde geçti çocukluğum…
70’li yılların sonu ve 80’li yıllar hem dünyanın hem de Türkiye’nin hızla değiştiği bir dönem olması hasebiyle çocukluk evresi için mükemmel bir dönemdi.
Tokat Karşıyaka Mahallesinde olan evimiz ile şoför evlerinde olan ilkokulumuz arasındaki mesafe 2000 metre olsa da, çocukluğumun bakış açısı ile bu mesafe kilometrelerce uzak sayılırdı.
7 yaşında sınıf öğretmenimizin bize dünyanın kuzey ve güney olmak üzere 2 yarım küreden oluştuğunu öğretmesinden sonra evimizin okula göre güneyde olduğunu tespit etmiştim.
Bu bilimsel tespit tamamen okuldan evimize giderken kullandığım yolun bayır aşağı olmasından kaynaklanıyordu.
Dönem, siyah önlükten yavaş yavaş mavi önlüklere geçiş dönemi olup aksesuar amaçlı önlüklere yaka ve mendil takılırdı. Hatta kızların yakaları dantelli dahi olabiliyordu.
Okuldaki en zevkli ders beden eğitimi dersi olup bu derste erkekler maç eder, kızlar ise yakantop oynardı.
Bazen de mendil kapmaca oynanır; kazananı büyük bir kovalamacanın sonucu belirlerdi.
Teneffüste yaramazlık yapanların isimleri sınıf başkanı tarafından tebeşirle tahtaya yazılır, aynı zamanda bu tebeşirler çocuklar tarafından binaların dış cephelerinde sanal kale oluşturmak için de kullanılırdı.
Kitaplar ve defterler kâğıt kaplarla kaplanır, bu da yetmezmiş bir de üzerileri jelâtinle sarmalanırdı.
Öğretmen bir soru sorduğunda ilk yapan kişi defterini alıp öğretmenin yanına koşarak gider, sonucu doğruysa da bir yıldız alırdı.
En büyük hayal dünyası Ezop masalları, Don Kişot, Pembe İncili Kaftan’la büyülenirdi.
Okuldaki sıralarda oynadığımız en güzel oyun parmaklarımızı hem kaleci hem de oyuncu olarak kullanarak yaptığımız 3 para oyunuydu.
Okulda içilen cam şişede ayranın tadı egzotik olup simitle birlikte güzel düet yapardı.
Müzik derslerindeki en büyük kabiliyetimiz Helvacıoğlu marka flütle dere geliyor dere çalabiliyor olmaktı.
Üzerinde Arı Maya figürü bulunan veya Milan marka kokulu silgiler koklana koklana sarhoş olunur hatta silgileri kaybolmasın diye ortasından ip geçirilerek boyuna bile asılırdı.
İlkokul; aynı zamanda koleksiyoncuları bol bol görülebileceği bir yerdi.
Çokomel ambalajlarını tırnağıyla jilet gibi açıp kitaplarının arasına koyan mı dersiniz yoksa her türlü çiçeği kurutup defterlerinin arasında saklayan ve kokulu selpak mendilleri özenle stoklayan kız çocukları mı dersiniz; tam bir koleksiyon cennetiydi bizim sınıf…
Fasulye çimlendirme ve çim adam, biyoloji ve hayat bilgisi dersinin en güzel uygulamalarındandı.
Resim dosyasını Mon Ami pastel boyalarından çıkan yapıştırmalarla donatmak, dersin ortasında dosyayı açıp o 48’lik o muhteşem pastel boya kokusunu içine çekmek ise resim dersinin klişelerindendi. Bir de ipli suluboya diye bir şey vardı, ipleri sulu boyayla boyayıp iki karton arasından çekerdik…
Ayrıca oyun amaçlı; kibrit kutusunun içinden ip geçirerek karşılıklı olarak telefon görüşmeleri de yapılırdı.
Neden dağıtıldığını yıllar sonra öğrendiğimiz fındık, üzüm ve sütleri afiyetle tükettiğimiz zamanlardı.
Plastik mercekle ateş yakmanın yolları aranır, renkli meyve suyu şişelerini kırıp ya da beyaz bir cam şişesini ateşin isiyle karartarak güneşe çıplak gözle bakılırdı.
Kızlar saçlarını kısacık kestirip arkadan bir parça kuyruk bıraktıktan sonra o kuyruğu örüp ucuna bir de nazar boncuğu takarlardı.
Bayramlarda eşe dosta mektupla simli kartpostal gönderilir ve pul yapıştırma işlemi bizzat gönderen kişinin pulu yalamasıyla gerçekleşirdi.
Biten meyve suyu karton kutuları (özellikle Capri-Sun) kimseye aldırmadan booom diye patlatılır ve birilerinin ödü koparılarak büyük zevkler alınırdı. Saat kaç diye sorulunca saati olmayanlar bileğini ısırır ve eti kemik geçiyor derdi.
“Ooo piti piti, karamela sepeti, terazi lastik jimnastik” tekerlemesini söylerken parmak ağza sokulur ve tekerleme 3 kere “bitlendik” kelimesi ile bitirilerek saklambaçta ebenin kim olacağı kararlaştırılırdı.
1 Nisan’da sınıf öğretmenine şaka olsun diye sıralar ters çevrilir; kışın sınıfın ortasında harıl harıl yanan sobanın üzerine kar koyarak eriyişi hayretle seyredilirdi.
Kütüphane ve ansiklopedi yıllarıydı. Çünkü bir dönem ödevi verildiğinde, kütüphaneye gidilip ansiklopediler karıştırılır, sonra da uzun uzun temiz ödevler hazırlanırdı.
Bazı arkadaşlarım bu ödevleri hakikaten temiz olması gereken ödev olarak düşündükleri için ödevin küçük bir kısmında mürekkep izi olduğunda ödevi baştan yaparlardı. Pilot kalemlerin ilk defa piyasaya çıktığı, dolma kalemlerin moda olduğu bir dönemdi…
Kurşun kalemlerde ise 05-07-09 uçlu kalemler ve ucu çıkarılıp kalemin arkasından soktuğunda ucundan yeni uç çıkan kalemler çok revaçtaydı. Kurşun kalemlerin ucu köreldiğinde kalemtıraşla beraber çöp kutusuna kadar gidip kalemin ucunu açmak rutin işlerden birisiydi.
Okuldan eve dönüşte bir an önce sokağa çıkıp oyun oynamak için ertesi günün ödevlerini bitirmek, yapılan en rutin işti.
Çünkü sonrası sokağa açılan büyük bir kapı ve sınırsız bir özgürlük demekti…
Hikâye ve masal kitaplarının en güzel olduğu yıllardı. Ezop masalları, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Sinekli Bakkal, Halikarnas Balıkçısı (Aganta Burina Burinata), Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Don Kişot gibi kitaplar güneşin batışı eşliğinde okunur ve bu zevke paha biçilemezdi.
Solo testte bir kere “Bilim Adamı” olununca herkesin kendisini Einstein zannettiği yıllardı.
Sezen Aksu, Nilüfer, Kayahan, İbo dinlenirdi. Küçük Emrah küçüktü, Küçük İbo doğmamıştı.
Macarena dansı ise o dönemin en büyük modasıydı. Şimdi hala yapılıyor mu bilmiyorum ama hatıra defteri diye bir kavram vardı. “Bana kalbin kadar temiz bir sayfayı ayırdığın için …” Şeklinde klişeleşen ilk cümleden her zaman nefret ederdim.
Sokakta birçok oyun oynardık. Bu oyunların kralı tabii ki futboldu. Mahalle maçları denilen bu enstantaneler, üzerine kitap yazılabilecek ve içinde enteresan diyalogların bulunduğu olaylar topluluğuydu.
Her mahallede olduğu gibi bizim mahallede de bir mahalle abisi vardı. Maçlarda hangi şutun gol olup olmadığına, faul, ofsayt, penaltı gibi konularda bilir kişi olan ve aynı zamanda mahalle takımının kaptanı olan bu zat-ı muhterem, kendisi maçlarda oynamasa bile maçtan birisini çıkartıp topun göğsüne doğru atılmasını istemesi an meselesidir.
Dokunulmazlığı vardır.
Maç başlamadan önce plastik top mahalle abisi tarafından yukarı doğru çevrilerek atılır ve bu şekilde yuvarlaklık testi yapılırdı. Takımlar kurulurken eşit sayı sağlanamazsa sayıca az olan takımdan bir kişi hem kaleci hem oyuncu olurdu. 3 korner 1 penaltıydı.
Penaltıda kaleciye güvenilmezse mahalle abisi kaleye geçerdi ancak bu durumda kural gereği 2 adet penaltı atılırdı. Kaleci topu 3 kere sektirirse orta sahaya kadar açılmak bir zorunluluktu. Maçlarda bazıları İlker Yasin’liğe soyunur; hem oyun oynar, hem de spikerlik yapardı. Gol sevinçlerinde Maradona,Platini,
Bebeto taklit edilirdi. Herkes kendisini bir futbolcuya benzetir, turnuvalarda ise gerçek takım isimleri kullanılırdı.
Sokakta direklerin olmayışından ötürü taş ile kurulan kalelerde kaleci ve forvet olmak çok zordu zira taşın üzerinden geçen topu gol olup olmadığı bir türlü belirlenemediği için birçok defa tartışma çıkar ve “taş üstü” kavramı bir türlü netleştirilemezdi.
Mahalle maçlarında gol olup olmadığı belli olmadığında şutu çeken oyuncu rakip takımın oyuncularından birisini tavlayıp gol olduğuna ikna ettirirse olay yeniden alevlenir ve “Adamın Gol Diyo” denilerek gol geçerli sayılırdı. O saatten sonra golün sayılmaması gibi bir imkân bulunmamakta ve gol olduğunu kabul eden zavallı çocuk da mahalle abisi tarafından takımdan aforoz edilirdi.
Özellikle penaltı durumlarında kaleci “Abanma ve pis burun yok” diye uyarıda bulunur, penaltıyı atan kişi eğer ağır abiyse zaten bu uyarıya gerek kalmadan “Korkma, teknik vurucam” diyerek kalecinin yüreğine su serperdi.
Bir de her gün işten dönen bıyıklı ve göbekli, en orijinalinden has Türk amcalar olurdu. Ellerinde file arka ceplerinde gofret; o mutlu, biz mutlu işimizi yaparken birden oyunumuzu böler, topu ister ve sivri burunlu kundura ayakkabısının ucuyla pis burun vurarak oyunumuzun içine ederdi. Tabii ki hınzır mahalle grubu olarak bu amcadan intikam almalıydık!
Ertesi gün patlak bir topun içini taşla doldurduk ve o amcanın işten dönüş saatinde topu tam penaltı noktasına koyup beklemeye başladık. Güzel amcacığım her zamanki gibi kendinden emin tavırlarıyla topa doğru koşup bilmiş bir edayla topa abanmıştı. Sonrası malum…
Hepimiz toz olmuştuk, tabii ki o günden sonra maçlarımız asla bölünmedi…






















Çocukluk anılarım geçti gözlerimin önünden bir bir. Ne güzeldi o günler. Sevgi vardı, saygı vardı, yerli malı yurdun malı derdik ve ilgili hafta düzenlenirdi. Öğretmen gerçekten öğretendi. Ahhhh ah ne güzel yıllardı. Kutluyorum sizi.