Asrın düğününden söz etmeyeceğim modaya uyup. Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış.
Sungurlu’da doğup büyüyen bizim kuşağın dünyaya açıldığı ilk kapıdır Çorum. Diğer kapı da Ankara’dır. Ya da en azından benim için öyledir.
Çorum’da yaşayan halam ve dört çocuğu tatillerde Sungurlu’ya gelir, dönerken de biz kardeş çocuklardan kaptığını beraber götürürdü, seneler öncesinin çocukluk ilk gençlik hatıralarında.
Ne büyük heyecandı bu yolculuklar benim için. İlçemizi keskin bir bıçak gibi ikiye bölen Ankara Samsun karayolunun kenarında Ankara’dan gelecek otobüsleri beklerdik saatlerce. Boş yer varsa binerdik otobüse, yetmişli yıllarda.
Günümüzde ulaşım daha kolay dolmuşlar sayesinde.
Dakka başı ‘Veli dayınız kurban olsun konşular, ücretleri alalım’ diyen dolmuşcu Veli dayı yaşıyor mu acep?
Neyse biz gelelim halamla çıktığımız maceralı otobüs yolculuklarına.
Çorum’a yaklaştığımızda halam kutsal bir yeri gösterircesine bir coşkuyla ufukta belirip tüten gri dumanları gösterir
‘bak, bak, bak çimento fabrikası’ derdi. Simgesiydi Çorum’un çimento fabrikası.
Sonra şehrin girişindeki yolun iki yanına yatıp dizilmiş tuğla fabrikalarına bakardım merakla.
Bu fabrikalarda pişen tuğla ve kiremitler kaç insanın evinin duvarı çatısı olmuş, kaç evin çoluk çocuğu için nafaka kazanan bir çok işçiye ekmek yedirmiştir.
Kim bilmez ki As Tuğla fabrikasının ürünlerinin sağlamlığını.
As Bisküvit Fabrikası’nda da bir kaç gün çalışmışlığım vardır, halamın kızlarıyla.
İlk gün sıcacık fırından çıkan bisküvilerden ‘yeyin yiyebildiğiniz kadar’ denirdi çalışan ve gelenlere, yedim tabi saymadan.
İkinci gün soğuyan bisküvilere kaymak sürülür, kutulara dizilirdi, kaymaklıyı da yediysen çokça, üçüncü gün değil büsküvi, kaymak, sefertasında götürdüğün yemeği bile canın istemezdi öğle paydosunda.
Çok çalıştım ama hiç gündelik aldığımı hatırlamıyorum, ya işveren ödemedi misafir işçi gündeliklerimi ya da halamın kızları lüpletti.
Olsun yine de o yaşlarda azımsanacak bir kazanım değildi bir büskivi fabrikasının nasıl çalıştığını gözlemlemek, bu bilginin de zenğiniyim işte kârım bu.
Çorum bir maceralar yumağı benim için.
Mütedeyyin bir ailenin çocuğuna vermek istediği eğitim tercihiyle halamın kızıyla birlikte Çorum Kız İmam-hatip okulunun orta birinci sınıfına gönderilmiştim o yıl.
Gerek aile özlemine dayanamamamdan gerekse o yıl o okullardan meslek derslerinin kaldırılması sebebiyle, düz ortaokul müfredatının uygulanması nedenleriyle tekrar kaydım Sungurlu Ortaokuluna alınmış, beş yıllık ilkokul eğitimini birlikte aynı sınıfta, aynı öğretmenle bitirdiğim arkadaşlarıma kavuşmuştum.
Dedim ya iyi bilirim Çorum’u ve insanını.
Eskiden şehrin içinden geçen Ankara Samsun kara yolu kenarındaki PTT binası önüne dizilmiş küçük toprak tandırlarda kavrulan tazecik leblebi kokularını yayan kanaatkâr esnaflı Leblebici dükkanlarını da iyi bilirim, minik fişeklerle aldığımız elimize yüzümüze karası bulaşan sıcacık kırık leblebinin mis gibi kokusunu da nefis tadını da.
Uzun lâfın kısasına dönersek, Hıdırlık’ta camii yanındaki türbesinde meftun uzunnnn mezarlı ‘Kereb-i Gazi’ de ziyaret edilir şehre gidenler tarafından, şehrin girişindeki Erzurum Dede de ziyaret edilir, duaya ihtiyacı olanlar tarafından.
Kültür parkında çay içmek akşamları zevklidir.
Orta biri okurken annemlerden ayrıldığımdan çok ağlardım, dedim ya geceleri onları özlediğim için.
Halam ve diğer tanıdıklar şefkatle üstüme titredi. İşte o ağlak günlerimde halamın görümcesigile gittiğimiz akşamlar bir araya gelince üç evin çocukları, hepsi beni ‘yellerler’ öne iterlerdi. Çok yaramaz ve zeki olan bu üç evin çocukları ‘sen dersen götürür bizi babam, eniştem’ diye. Hey gidinin Kavukçu sokağı.
Halamın görümcesinin eşi, Çorum Lisesi’nin müstahdemi uzunnn Mehmet enişte, kısık sesimle söylediğim bu parka gitme isteğimi hiç ikletmez bizi Kültür parkana götürürdü.
Gazozlar içerdik deli gibi bir sevinçle burnumuzdan gazı gelene dek ve merakla sağa sola bakınarak, şarkılar dinleyerek yaz akşamlarının o ılık büyüsünde.
Ama bütün o ağlama ve sızlamalarıma rağmen ders yılı sonunda başarılı olmuş teşekkür belgesi almıştım da herkes şaşırmış, takdir etmiş ve çok sevinmişti.
Çorum’da Tomağın kavede çaylar kahveler içilirmiş eskiden, öyle derler. Çok kalabalık yerleri tarif için ‘ortalık tomağın kaveye döndü’ deyimi hâlâ vardır dillerinde.
Adil Kayış’tan da baharatlar alınırdı. Gençtim daha bir gittiğimde, annem ıhlamur istemişti. Dükkana girdim ıhlamur istiyorum dedim, adam ‘ne kadar?’ dedi, Sungurlu’nun ilk bilindik meşhur bakkalı Bilal Çınar’ın dükkanından kilo kilo şeker, pirinç almaya alışık olan ben ‘bir kilo’ dedim, adam güldü ‘ne yapacan kızım bir kilo ıhlamuru, satacan mısınız? Bir kilo ıhlamur bir çuval gelir’ dedi. Yok amca ne satması eve alıyorum, annem istedi’ dedim, ‘o zaman sana yüz gram yeter’ dediydi de çok utanıp kızarıp bozarmıştım bu cahilliğime parayı verirken.
Bu da bir hayat dersiydi hafif olan şeyler az alınıyordu.
En güzel çemen tozunu da o satardı, ordan alıp karardı çemeni halam, çıtır çıtır sıcak ekmek ve çayla ne güzel yenirdi.
Yetmiş derde devalar bilip ilaçlar terkip eden Eczacı Talat’ı da anmadan geçersem kemikleri sızlar zavallının, rahmet canına.
Ne bilgili bir eczacıydı, ne yüce bir farmakologdu. Kendim bizzat şahidim bu bilge insanın bilgeliklerine. Küçük kuzenimin gidilen kaç doktorun iyi edemediği halkarasında ‘gece yanığı’ derdini iki sefer kendi hazırlayıp sürdüğü sarı sulu ilaçlarla iyileştirivermişti.
Hep kalabalık olurdu eczanesi, sıra beklerdik. ‘Çarşamba günleri gelmeyin, bugün buranın pazarı bu yüzden köyden gelen hastaların günü Çarşamba günleri, gariban köylüler işlerini bitirip akşama köyüne dönecek’ derdi.
Binbir sıra ve saygı sözüyle girerdim içeri, dinler dinler sonra biraz kızgın dişlerinin arasından tıslayarak ‘siz Sungurlu’lular kundura boyatmaya Ankara’ya, saçınızı kestirmeye Ankara’ya gidersiniz, başınız sıkışır işiniz düşerse de Çorum’a gelirsiniz’ derdi. ‘Haklısınız efendim’ der boynumu bükerdim.
Dikine konuşulmaz ki adamın namlı ünlü delilik beratı vardı.
Dükkan içinde sigara içmeye yeltenenlerin, yanından yel gibi geçerken sigarasının ucunu kesiverirdi, elindeki minik makasla. Sigarayı içen şaşırır, utanır ‘keşke sigarayı yeseydim içeceğime’ derdi içinden, kalkıp yanık ucu çöp kutusuna atarken.
Şimdiler de restore edilen konaklarında mis gibi has baklavalar ikram ediliyomuş müşteri ve konuklarına Çorum’un.
İlkgençlik yıllarımın kıymetli gerdanlığını değerli taş ve yakutlarla süsleyen Çorum’un sevmediğim tek şeyi Sungurlu’da çok farklı olan yöresel dilidir.
Misal; ‘Getir, götür’ demezler, ‘geti, götü, getidim, götüdüm’ deyiverirler.
Kocaman, delikanlı ya da gençkız olmuş çocuklarına ‘bebek’ kırk yıllık damata da güvey yerine ‘güya’ deyiverirler.
Çok şaşırınca bir ‘vıyh gız’ demeleri vardır. Kırk yıllık ‘tellak’ bir anda ‘dellek’ olmuştur şehrin hamamında.
Neyse ki şehrimizde şimdilerde bir üniversite kurulmuş, en isabetli ismi vermişler Hitit Üniversitesi. İnşallah adına uygun eğitimlerle her alanda ufku açık gençler yetişir.
Yetmez mi Çorum’a ettiğim sözler.
Sayısız mert ve çalışkan insanla dolu bir Anadolu şehridir Çorum.
Acımasız siyasetlere feda edilmiş bir ‘Erol Olçok’ yetmez mi Çorum sana.
Haaa, asrın düğünü mü?
Altın mı? Ahlatçı mı? Bu kadar altın ve maden edinilir mi, erke sırtını dayamadan kuru bir çalışmayla bilemedim.
Pek anlamam altından bir tek eşim ve kendi adıma gururla sağ elime taktığım ve eşimden sonra gururla taşıdığım alyansımdan başka yoktur çünkü altın veya altın madenim neyim de…
Spor ve sanat dünyasından jetlerle gelen özel konuklardan, özel hediyelerden de söz etmeyeceğim.
Yenilenden içilenden, önce dualar edilip sonra çalıp oynanmasından da.
Yerli ve milli olsun diye düğünün memlekette yapılmasından da.
Bir tek Sibel Can’ın asrın düğününde okuduğu şarkıyı çok çok beğendim.
‘Bu devirde kimse şah değil padişah değil’ var ol Sibel can.
Şükran Uçkaç Yargı Sazsızozan
27 Haziran 2025
Ankara























