Kimi zaman uzaklaşmak ister insan…
Yaşadığı coğrafyadan, birlikte yaşadığı ve her gün gördüğü insanlardan…
Ve hatta çalıştığı, ekmeğini yediği tekneden…
Her şeyden, herkesten, hiçbir şey beklemeden, hem de en sevdiklerinden…
Böylesi ruh balans ayarı bozulduğunda en doğru öneri “yolculuğa” çıkmamız istenir.
Sokrates bir arkadaşı gelmiş. Dostunun kederli günler yaşadığını, mutsuz olduğunu anlatmış. Düşünür yolculuğa çıkmasını önermiş. Bir süre sonra aynı kişi yolculuğun da bir işe yaramadığını, hatta daha da üzüntünün daha da arttığını anlatınca, düşünür ;
“Dostun o yolculuğa yalnız çıkmamıştır. Sorunlarını da yanına almıştır.”
Ben hep şöyle düşünürüm:
İnsanın en çetin yolculuğu da kendi iç yüzölçümüne yaptığı yolculuktur…
Kanımca o yolculuk herkes tarafından yapmalıdır da…
Aksi halde, koşullar, iyi kötü, eğri doğru zıtlıklarla yaşanılanlar, insan ruhunu nezle ediyor. Nezle tedavi edilmezse depresyona, o da tedavi edilmezse, sonrası malum… Kaçınılmaz bir ruh tusunamisiyle karşı karşıya kalıyor insan.
Bu kez de o yolculuğu, terapistler bize zorunlu kılıyorlar.
Kendimize çekilmemizin iyi tarafı ruhun rafine olmasıdır.
Çünkü keşkeleri, belkileri, neden ve niçinleri sorguluyor, eleyip özgürleşiyorsunuz.
İşte bu noktada ben Fransız düşünür Montaigne’ye danışırım. Der ki;
“Kendiniz için bir alem olun. Bu alem, sizin zaman zaman çekildiğiniz özel köşeniz olsun. Orada sadece siz olun. Ne işiniz, ne eviniz, ne eşiniz veya sevgiliniz çocuklarınız, paranız, pulunuz, servetiniz, vs, hiçbir şeyiniz olmasın. O alemde sadece siz olun. Ve o alemden çıktığınızda, saydıklarımızın birini veya hepsini kaybettiğinizde de YALNIZLIK sizin için yeni bir şey olmasın.”
Başa çıkmanın tek yolu Montaigne’nin önerisi gibi görünüyor.
İnanın işe yarıyor.
O duygu nasıldır, bilirim.
Adı, kimliği yalnızlık olan bu duygu, içimizde büyüttüğümüz koca dipsiz bir obruktur.
Yalnızlık, bir insanın başa çıkamadığı ömür boyu tutsaklıktır.
Yalnızlık, insanların işleri düştüğü zaman seni aradıkları anlardır.
Asıl yalnızlık, zor günlerinizde görmek istediğimizi göremediğimizde, o kötü günleri tek başına atlattığımızda, sessizce sol yanımızda hissettiğiniz, o büyük yürek sancısıdır.
İnsan, zamanla ruhunu hoş edecek güzelliklerle kendisini meşgul etmeyi öğreniyor.
Ve insan, “Üzüntü, keder, elemin” neden olduğu o derin duygununda “Vazgeçilebilir,” olduğunu zamanla anlıyor.
Bazen de şöyle soruyorum kendime?
İnsanı üzen neden hep insanlar oluyor?
Hani Turgut Uyar’ın söylemi ne de şık düşer şu an: Demiş ya;
“Belki de yağmura gerek kalmazdı. İnsanlar bu kadar kirli olmasaydı.”
İşte o zaman özgürleşiyor insan.
Kalın sağlıcakla
Emine Pişiren/ Akçay























