Soğuk, puslu bir ekim sabahında yönünü kaybetmiş gibiydi Asya. Canında ki ateş duygularını da sarmıştı. Diğer yandan da içli bir düşün sancısı ruhunda dolanıyordu.
-Yeter artık abla, bir saattir karıştırıp duruyorsun. Bari ne aradığını söyle de birlikte arayalım.
Karşısında ağlamaktan gözleri şişmiş kardeşini ne görüyor ne de duyuyordu. Öyle telaşla, öyle kederle, öyle derin üzüntüyle karıştırıyordu ki valizi, ne ağladığının farkındaydı, ne de sabırla kendisi seyreden kardeşinin.
-Abla beni duymuyor musun? Yeter artık diyorum. Kaç keredir doldurup boşaltıyorsun. Ne arıyorsun diyorum sana, ne arıyorsun? Lütfen söyle bana.
Bir an öylece kaldı Asya. Biraz düşündü, gözlerinden süzülen damlalar inci tanesi gibi bir bir yere döküldü. Eli kolu gevşedi bir anda. Başını kaldırarak yüzüne dağılan saçlarını kulaklarının arkasına geçirdi. Ağlamaktan yorulan gözlerini karşısında dikilen kardeşine çevirerek bir süre boş boş baktı. Sanki söyleyeceği ilk cümlenin içinde sıkışıp kalmıştı. Sakin, kırılgan ve mahzun ses tonuyla:
-Çocukluğumu… O coşku dolu, deli tay gibi şımarık, dünyaya meydan okuduğum çocukluğumu… Babamın omuzlarında, kollarında, yüreğinde, izinde yaşadığım çocukluğumu arıyorum. Anlıyor musun? Ama bak yok işte. Artık babam da yok, çocukluğum da… Baba kelimesinin tadına doyamadan çekti gitti. Ve ben birden büyüdüm. “Yüce dağlarım yerle bir oldu görmüyor musun?” diyerek tekrar valizi karıştırmaya devam etti.
-Ondan geriye kalanlar bunlar, bak iyice bak. Görüyor musun eskimiş iki pantolon, yakası kirli birkaç gömlek, sararmış iç çamaşırları, plastik dosya içinde birkaç kâğıt, kimlik ve özenle saklanmış ikimizin fotoğrafı. Ceketinin cebindeyse eski model cep telefonu ve kırk lira para. Söylenecek ne çok söz var dilimde bilsen. Kendisi etti kendisi buldu mu demeli, ya da suçu üstünden atarak kader mi demeli. Yoksa kadere razı olmamanın intikamını mı aldı kader, diye düşünerek hisse mi çıkarmalı.
İkisi de yavaşça koltuğa çöktü. İçlerinde ki üzüntü, kalplerini sararak buruk bir acıya dönüşüyordu. Ağlamak, sadece ağlamak değildi onlar için, biraz kırgınlık, biraz yılgınlık, biraz vicdan sızısı, hasret, yokluk, yoksunluktu. Babasızlığa alışalı çok olmuştu, diri yetimdiler ama yine de uzaktaki varlığı kuvvetti onlar için.
Elinde ki gömleği burnuna götürerek kokusunu derin derin içine çeken Asya, kardeşine bakarak:
-Ne yaparsa yapsın ben babamı severdim. Hem de çok severdim. O benim gücüm kuvvetimdi. Sözleri dudaklarından dökülürken, gömleği yüzüne bastırarak yanan yüreğine çare aradı. Neden sonra az da olsa toparlanarak gözyaşlarıyla ıslattığı gömleği tekrar koklayarak valize yerleştirdi.
– İnanamıyorum, bu nasıl bir son, ne derin bir imtihan. Yaptığı yanlışların mı, hatalarının mı bedeli, yoksa geride kalanlara ders mi bilemiyorum şu an da. Adı Hayat olan ucuz bir otelde tek başına ölmek… Mazlumun öcünün alınması değil de nedir peki…
Asya’ nın sözleri kardeşinin yüreğine saplanan ucu ateşli ok gibiydi. Hayat otelinin lobisinde oturan iki kardeş valizin ağzını kapattılar. Sehpanın üzerine ayırdıkları plastik şeffaf dosyanın içindeki fotoğrafa ilişti gözleri. İkisini de mazinin soğuk raylarında sürükledi.
-Abla hatırladın mı? Senin üniversiteyi kazandığın sene çekilmişti bu fotoğraf. Annem çekmişti bunu. Ne zor zamanlardı, evimizden kavganın, şiddetin eksik olmadığı o günlerden geriye kalan, can yakan bir kare. Sanki ‘O günleri unutmayın.’ der gibi duruyor burada.
Asya’ nın ıslak gözleri fotoğrafa saplandı kaldı. Kardeşinin sözleri ikisini de alıp geçmişe, üstelik acılarla dolu olan geçmişe götürdü. Hiddetlendi önce, sonra kırıldı yeniden. Bu kaçıncı kırılışıydı kendisi de hatırlamıyordu.
– Beni o sene okula yazdırmamıştı. ‘Millete okumuş kız mı vereceğim, üstelik her okuyan adam mı oluyor? Yeter bu kadar okuduğun, nasıl olsa yarın bir gün evlenip gideceksin otur oturduğun yerde.’ diye bağırarak üzerime yürümüş, ardından da bir güzel dövmüştü. Araya giren annem de nasibini almış ‘Bütün bunlar hep senin yüzünden.’ diye sövüp saymıştı. Kayıt yaptıramadığıma mı yanayım, dayak yediğime mi yanayım yoksa annemin sonuca vardıramadığı çabasına mı yanayım? Hala üzülür dururum buna.
Asya’ nın duyguları kimi zaman coşkun çayların taşlara çarpıp köpürmesi gibi köpürdü, kimi zaman sükût akan ırmaklar gibi akıp gitti. Geçmişte yaşadığı iyilikler ve kötülükler hatıralar meydanında savaştaydılar sanki. Bazen ağladı, bazen hiddetlendi, Bazen de yeni baştan kırılıp döküldü.
– O öldü. Geçmiş ise geçmişte kaldı. Ne o beni seçti, ne de ben o nu. Yazgının çizdiği yol böyleymiş ne çare. diye düşündü içinden.
Asya dalından düşen güz yaprağı gibi kendi rüzgârında savruldu durdu. Hayatı anlamlı kılan yaşanan güzel anlarsa, kırgınlıklara, küskünlüklere ne demeliydi. Onlar da acıyı tarifleyen, ispatlayan, hatta erkenden büyüten anlar mıydı? İkiyüzlü hayatın orta yerinde duyguları, hıçkırıkları boşluğa yayıldı.
-Yaşanan her şeyin gelip geçici olduğunu düşünürüm. Oysa öyle değilmiş, bedenler zamana yenik düşse de, söylenenler, yapılanlar hep genç ve diri kalıyor maalesef. Biliyor musun kardeşim, dünyayı ne kadar sevsek de ölümü hayatımızdan çıkarma gücümüz yok. Onun için yaşayan her canlı ölmeğe mahkûm. Üstelik şu an babamı düşününce ölüm iyilik mi, kötülük mü bunu bilemiyorum.
Kardeşinin yürek burkan ağlayışını seyretti kısa bir süre. Melüllendi. Merhametli bakışlarını kardeşine çevirerek:
– Ağla, ağlayacaksın elbet. Bunları yapma demek ikimize de acı verir. Bu güne kadar yaşadıklarımızın ötesinde bir üzüntü bu… Bizi bırakarak o kadınla gittiğinde sonsuzluğa gitmemişti. Yeni kurduğu hayatında arzu ettiği gibi yaşamayı seçmişti. Sonra da her şeyini ona kaptırarak kapı dışarı edilmişti. Ama bak şu işe, ölümünün arkasından ağlayan, kahrolan sadece biz ikimiz varız. O zaman da en çok ikimiz ağlamıştık.
Sonra büyüdük büyümesine ama hep bir tarafımız eksik kaldı. Bizim mutluluklarımız bile hüzünlü oldu. Babamız vardı ama yoktu, yoktu işte. O zaman bir kadının elinden tutarak gitmişti, şimdiyse ölümün elinden tutarak gitti. Yine bize ondan geriye kalan ağlamak düştü. Ağla.
-Ne garip bir duygu abla, yıllar önce giden babamın gidişine yeniden yanmak… Bir dolu keşkelerle çırpınmak ne kadar acı veriyor bana.
Valizin fermuarını çekerken, çocukluğunun, acılarının yaşandığı dünyanın kapısını da çekiyordu sanki. Bir daha asla geri dönüşü olmayan kapıyı sonsuza kadar kapatarak yerinden kalktı. Bir elinde siyah valiz, bir elinde gözyaşlarıyla ıslanmış buruşuk kâğıt mendil, arkasında sessiz sessiz ağlayarak yürüyen kardeşi…
Hayat otelinin resepsiyonuna babasının borçlarını öderken, görevlinin acıyan bakışlarını fark etmeden dışarı çıktılar.
İki kardeş bilmedikleri şehrin puslu kaldırımında konuşmadan epeyce yürüdüler. Sokağın başında ki simitçiyi görünce Asya o tarafa doğru yöneldi. Boğazında düğümlenen, dudaklarında titreyen ses tonuyla:
-Af edersiniz sizden bir şey rica edeceğim. Yardımcı olursanız sevinirim. Bu valiz babama ait… Bu gün öğlen namazıyla son yolculuğuna uğurladık. Onun hayrına bu valizi ihtiyacı olan birine verebilir misiniz? İçinde birkaç parça giysi ve çok az da para var. Tanıdığımız hiç kimse yok burada, yabancıyız.
Simitçinin arabasının yanına bıraktığı valize parmak uçlarıyla son kez dokundu. Biliyordu ki bu son dokunuşuydu. Sonra geri geri birkaç adım attı. Sonra kardeşine tutunurcasına koluna girdi. İki kardeş babalarından geriye kalan valize bakarak son kez veda ettiler.
Sepeleyen yağmur altında gözyaşlarını yabancı şehrin kaldırımında bıraktılar.
Bindikleri taksi havaalanına doğru yol alırken, Arkalarında iyi, kötü bir dünya yaşanmışlık ve bir garibin mezarını bıraktılar. Taksinin radyosunda çalan “ Şu mezarda bir garip var.” şarkısı sanki onlar içindi.























