Akşama yakın, çevreye boğucu bir atmosfer çöktü. Griye dönüşen bulutlar, denize doğru birbirine karıştı. Dereden suyla akıp denize inmeyi düşündük. Hiç değilse boğucu ve nemli havadan az da olsa kurtulurduk.
Su gibi, taşlara çarparak denize varacaktık. Taştan taşa atlarken, balık tutma iştahımız kabardı. Taşların arasından balık aramaya başladım. Kardeşim, balıkların gizlendiği taşları gösteriyordu. Sesi çatallı çıkıyordu. “Gribi nerden buldun.” Dedim. Kardeşim, solgun gözlerle, “Ocağına düştüm.” Dedi.
Elindeki sığır boynuzunu temizlemeye çalışıyordu. Dönelim hastasın, sözüme aldırmadı. Hasta olduğu yüzünün sararmasından belli oluyordu. Balık için, direktifler vermeye devam ediyordu. Her zaman, benim için dediğini tekrarladı. “Heykel senden daha iyi balık tutar.” Dedi. Güldük geçtik.
Hava serinlediği için, su etkili olmaya başladı. Kardeşim de elindeki boynuzla ilgilenince, taştan taşa atlayıp bir an önce denize varmayı düşündüm. Boynuzun içini ve dışını kum ile sürtmeye başladı. Canın mı sıkıldı, uğraşma onunla dedim. Boynuzun cilalanması için, tahta parçasıyla iyice sürttü. Boynuz cilalanmış gibi oldu.
Kardeşim geri dönmeyi kabul etmedi, acele ederek, köprüyü geçip derenin denize döküldüğü yere geldik. Köprüyü geçtikten sonra, sesler duyduk, anlaşılmadı ama sel geliyor diye yorumladık. Kardeşim, “Sağır duymaz uydurur.” Dedi.
Güneşten gelen son ışınlar, yapraklar üzerinde pırıltı oluşturmuştu. Yapraklara bakmayı bıraktık, kenara çıkmaya çalışan kayıkçılara gözlerimizi diktik. Dalgaların fısıltı gibi gelen sesi, yükseldi. Özellikle mendireğe çarptıkça çevre sese boğuldu. Kardeşime “Dalgalarda neyin nesi” Dedim. Kardeşim de “Kayıkçı dayıya soralım.” Dedi. Kardeşime bu tarafa geçmesini söyledim ve hemen eve varalım. Dalgalar yükseliyor, peşi iyi değil, dedim.
Kardeşim benim olduğum tarafa geçti. Kayığın yanına gittik. Kolay gelsin, bereketli olsun dedik. Kayıkçı dayı kayığı kenara çekmiş ve balıkları kasalara diziyordu. Kayıkçı dayı, “Hava vurgun yedi. Kenara kaçtık. Yorgun, uykusuzuz ve açız.” Dedi. Dayıya, “Ekmek alabilirim.” Dedim. Dayı, buranın yabancısıyız, çok memnun oluruz dedi. Köy altındaki fırına gittim ve ekmeği alıp geldim.
Balıkçı dayı çok teşekkür etti. Kardeşime “Elindekini satar mısın.” Dedi. Balıkçı dayı, su geçirmez tulumunu giymişti. Havanın bozacağını biliyor gibiydi. Saç, sakal karışmış gözleri kaşlarından görünmüyordu. Kardeşim, satmak ne demek, boynuzu uzattı ve sizin olsun dedi. Dayı da olmaz, dedi. Kasalardan birini bize uzattı. “Bu da sizin hakkınız.” Dedi. Bu kadar balık sizin emeğiniz, verecek paramız yok. Alamayız dediysek de dinlemedi. “Hemen gidin, hava patlayabilir.” Dedi.
İyi günler deyip evin yolunu tuttuk. Kardeşim, “Boynuzun önemini herkes anlamaz.” Dedi. Bir kasa açık deniz kefali dedim.
Bir solukta eve vardık. Hava kararmış, çimen de bizi bekliyorlardı. Babama olanları anlattık. Babam, “Denize sığır boynuzuyla inmek gerek.” Dedi.” Sığırların boynuzunu götürürüz.” Dedim. Kardeşim, “Güvercine kıyamam.” Dedi.
Akşamın karanlığına bulutlarda katkıda bulunmuştu. Yağmur bir iki saatten beri geliyorum diyordu. Sonunda geldi ve çevre, yağmurdan görünmez hâle geldi.
Kardeşim, “Balıkçı dayı, havayı adeta okudu.” Dedi.