Tutamazlar… Ya ölecekler, ya olacaklar! Geri dönüş yok, elleri, ayakları bu dikenli yollarda kan revan olsada!
Göze aldılar… Ya kurşunlarla onları durduracaklar ya da beraber yaşamaya alışacaklar!
İki zıtlaşma ya da Batılı ile Doğulunun yaşam paradoksu!
Bu ölüm kalım savaşında öyle dramatik yaşam öyküleri ortaya çıkıyor ki şu günlerde, yazmaya biz bile yetişemiyoruz. Hayatın kendisi kurgu olmuş artık. Tıpkı şu günlerde Yunan sınırında yaşanan Mülteci dramı gibi.
Meriç nehrinin öbür yakasında çok feci şeylerin oluyor! Suriyeli Naif ailesinin yaşadıkları ve onların anlattıkları bunlardan sadece biri, insanlığı utandıran cinsten…

Sabah Naif; “Biz buraya Avrupa’ya gitmek için geldik. Çocuklarım ve kocamla birlikte karşıya geçtim. Oraya gittiğimde polisler bizi yakaladı! Telefonlarımızı aldılar, paralarımızı aldılar, elbiselerimizi aldılar. Sadece üzerimdeki kıyafetler kaldı…
Çocuklarımı dövdüler…
Ekmek ve su vermiyorlar. Bakın halimize! Çok zor burada olmak…
Arkamdaki kadının kaynanası kaybolmuş. Kocasını daha salmadılar. 4 çocuğu var… Bebeğinin biberonunu aldılar! Bebek 2 gündür süt için ağlıyor….
Onun yanındaki kız hasta olduğu için konuşmuyor. Hatta onu gaz bombalarının içine attılar…
Orada bir çukur var! Herkesi orada topluyorlar…
Biz ne konuştuklarını anlamıyoruz…
Bizi tekrar bu tarafa bıraktılar! Allah Türk askerinden razı olsun… Ekmek verdiler, su verdiler, kıyafet verdiler, çocuklara ayakkabı verdiler. Bize yatak verdiler, çocuklara battaniye verdiler. Yoksa orada çocuklarım ölecekti” diye,
etrafındaki mültecilerin yaşam öykülerini anlattı…
‘Acından ölüyorda insan, acısından ölmüyor!..’
Avrupa’ya hücum eden Mültecilerin Yunan sınır kapılarındaki dramatik hikayeleri işte böyle başladı ve daha da devam edecek gibi…
Dünya izlesin şimdi o Yunan barbarlığını…
…
İnsan hakkı olarak, ülkesinden savaş ve yaşama hakkı zora girdiyse ülkesini terk etme hakkı vardır. Hicret!.. Suriyelilerde bunu yapıyor.
İllaki ülkesinde kalıpta toprağını korumak için savaşanlar kadar savaşmaktan kaçan vatan hainleri de olacaktır.
Fakat ister savaş olsun ister olmasın bir insan evini, ülkesini, ailesini, sevdiklerini arkasında bırakarak göç edebiliyor…
İşsizlik, açlık çekerek… Umutlar, hayaller kurarak…
Ne yapsınlar, çaresizlik çok kötü bir şeydir! Yollara düşüyorlar her şeyi göze alarak! Ölümü bile… Eğer hedefledikleri yere, ülkeye, Avrupa’ya varabilirlerse tek kazançları bu olacak. Daha iyi bir yaşam koşulları için ‘geri dönme’ diye bir düşünceleri yok! Zaten kaybedecek bir şeyleri de… Tıpkı Tarık Bin Ziyad gibi… tam örnek olmasa da…
Türkiye, Doğu ile Batı arasında bir köprü. Afganlısı, Iraklısı, İranlısı, Suriyelisi, Lübnanlısı hatta Afrikalısına kadar, Avrupa’ya gitmek isteyen kaçak göçmenlerin geçiş güzergâhında.
Türkiye sabretti, sabretti…
Günler, aylar, yıllardır akın akın gelen milyonlarca göçmen bir baraj gibi ülkeyi doldurdu. Sonunda bu göç barajının kapakları patladı! Türkiye kapılarını açmak zorunda kaldı!
Bize göre geç kalınmış bir karar… Yine de olması gereken bu idi. Şimdi Doğuyu yangın yerine çeviren Batı düşünsün…
Çünkü Avrupa Türkiye’nin haklı serzeniş ve çağrılarına kulak tıkıyor! Onların anladığı dilden konuşmak lazımdır.
Türkiye açıklama yaptı, ‘Göç politakımızda değişiklik yok!’ Yani yeni alınmış tedbirlerle göçmenleri engelleme yok.
Düzensiz göç… İltica… Mülteciler… Geri iade… Hapis cezası…
…
Avrupa göçmenleri istemiyor!
Dolayısıyla ‘AB’yi göğüsleyen Yunanistan panikte birkaç gündür! Atina mukavemet ediyor asker ve polisiyle. Yine mülteciler ve çocuklar ölüyor hem de kurşunlanarak…’
Biz ülke olarak insani olarak gerekeni yaptık tam 10 yıldır. Milyonlarca mülteciye aş verdik, kalanlarına iş… Gitmek isteyenlere ‘güle güle’ demekten başka çaremiz de yok…
Şimdi Batı düşünmeli ‘Biz nerede yanlış yaptık, Türkiye ne istiyor!’ diye… [Zemherî]
*Foto: www.sabah.com.tr/gundem/2020/03/03





















