Vaktiyle annemden dinlemiş olduğum bir hikaye vardı.
… Kadının biri üç aylık hamileydi. O akşam erken yatmışlardı. Sabah erkenden uçağa binip, hac için Arabistan’a gideceklerdi.
Aynı gecenin 03:00 sularında kadın mis gibi kızarmış et kokusu ile uyanır.
Eşini uyandırıp yalvarır.
” Ne olur bey, uyan! Mis gibi kızarmış et kokuyor. Canım çekti. Karnımdaki bebeğe bir şey olmasın! Kim pişirdiyse, git azıcık iste… Nefsimi körleteyim. ”
Adam saatine bakar. Çaresizce konuşur.
” Hanım bu saatte ben kimin evinin kapısını çalıp isteyeyim? Yat uyu. Sabah olsun bir hele, düşünürüz… ”
Hamile eşi susmaz. İlle de “Et” der başka bir şey demez.
Adam naçar kalkıp kapı kapı dolaşır. Et kokusu tam da karşı komşusundan gelmektedir. Üstelik kulağını kapıya dayandığında ev halkı uyanıktır. Kaşık tabak seslerini duyar duymaz adam kapıyı çalar.
Kapıyı 30 yaşlarındaki bir adam açar.
Adam utana sıkıla konuşur. Sabah erken hacca gidecekleri için dolaplarını temizleyip fişini çektiğini, eşinin hamile olup aşerdiğini, bir parça pişirdikleri etten vermesini rica etmiş. Komşu başını hayır anlamında sallamış.
” Veremem, o et eşinize yaramaz!” Der.
“Parasını fazlasıyla vereceğim, yeter ki, karnındaki bebemize bir zarar gelmesin!” Der.
Komşu yineler:
” Veremem. Bu imkansız! O et eşinize veremem!” Der.
Tam o sırada kapıdaki adam salonun kapı aralığından yer sofrasındaki çocukların iştahla etleri yemekte olduklarını görür.
” Lütfen…Ne kadar isterseniz verebilirim. Bakın, çocuklarınız hala o etten yiyorlar. Onlar yediğine göre, eşim de yer. Hem neden benim eşime yaramaz? Bari bunu bana açıklayın…” Der.
Adam o zaman, naçar kapıyı çeker ve küçük sesiyle konuşur. Sesi ağlamaklıdır. Yaşadığı sıkıntılı durumunu anlatır.
” Bakın bayım. O et sizin eşinize yaramaz, dedim. Çünkü o et, ölmüş atın butuydu. Ben tam bir aydır işsizim. Dükkânın kepenklerini dün kapattım. İçindeki son eşyaları da üç gün önce satıp eve ekmek almıştım…
“…Çocuklara ve eşime belli etmiyordum. Her gün işe gider gibi evden çıkıyor, gece geç geliyordum. İş yoktu. Bugün yolda giderken ölmüş atı gördüm. Dün de oradaydı aslında. Çocuklar 2 aydır hiç et yememişlerdi. Sabah bana yalvardılar. Et getir, diye.
“…Tabi gündüz kesemezdim. Gece kesip getirdim. Şimdi yedikleri ölü bir at etidir. Yani murdardır. Bu nedenle yaramaz, demiştim size.”
Hamile kadının kocası, çok üzülür. Durumu eşine anlatır anlatmaz kadın iğrenir, iştahı kaybolur.
Sabah olunca karı koca karar verirler. Uçak biletlerini iptal ederler. Hacda harcayacakları paraları komşularına verirler.
Ve hacca gitmezler…
Bir ay sonra…
Bir öğle vakti karı kocanın kapıları çalınır. Karşılarında bir grup hacdan gelen insanlar, onlara yalvarırlar
“… Ne olur bizim için dua edin. Hacılığımız kabul olması için…”
Karı koca şaşkındır. Durumu öğrendiklerinde daha çok şaşırırlar.
Çünkü hepsinin rüyasına peygamberimiz girmiş. Demiş ki,
” Bu sene sadece 2 kişinin hacılığını Allah kabul etti. Eğer, sizlerin de hacılığı kabul olunmasını istiyorsanız, gidin onlardan helallik alın, dua etsin sizin için.”
…
Bu bayram da annemle yaşamış olduğum bir anım yuvarlandı usumdam. Annem de 2 kez o kutsal topraklara gitmiştir.
Mahallenin “Hacı Anne” diye sevip saydıkları annemi her K. Bayramında bazı dernekler rahat bırakmazdı.
Kadıncağızın dini duygularını kullanmayı ve sömürmeyi çok iyi biliyorlardı.
Yine annemde olduğum bir gün, benzer makbuz kesme girişimlerine tesadüfen tanık olmuş, nezaketimi bozmuştum. Onlara kapıyı gösterip anneme tepkimi biraz sert göstermiştim:
” Sen nasıl paranı tok insanlar masa sandalye alsın, diye camilere verirsin. Bak Sudan açlıktan ölüyor. Onlara ver de hayata tutunsunlar.”
Annem sözlerimin tesirinde kalmış olmalı ki, 2 gün sonra bana gelmişti. Elinde Ziraat Bankasına yatırdığı Adak Kurban için makbuzu bana gösterdi.
” Senden sonra doğru bankaya gittim. Haklısın kızım. Sudan’daki Müslümanlar açlıktan kırılıyormuş. Bak bu bayram kurbanımı onlara verdim.”
Çok mutlu olmuştum.
Annem her Kurban Bayramında kurban bağışı yapardı. Ve bir butunu mutlak alır, tadardı.
O yılı, o bayram gününü hiç unutmam. Marketler, kasaplar kapalıydı. Et alamamıştık. Ve anneme tattıramamıştım.
Her yerde insanlar kurban kesip mangal yapıyorlar, mis gibi et kokuları, taa burnumuza kadar geliyordu.
Yazlık yerdeydik.
Komşularımız da kesmemiş, bağış yapmışlardı. Kimden steyecektik ki?..
Annemle sahile yürüyüşe gitmeye karar verdik. Kadıncağız resmen aşeriyordu ki, ikide bir elinin ayasını açıp yalıyor, “tü tüü,” diyordu.
Gerçekten içim sıkılmıştı. Kadıncağız hem şeker, hem de anemi hastasıydı.
” Et, et, ett!” Diyor, başka bir şey demiyordu.
Zeytinli sahiline varmıştık. Ayışığı Cafenin tam altındaki yeşil alanda bir düve kesmişlerdi. Kadın erkekler baltayla hisseye bölüyorlardı.
Hiç mi hiç, o günü unutmayacağım.
Annem bastonuna dayanmış, öyle iştahlı gözlerle etlere bakıyordu ki, onu gören hayatında hiç et yememiş sanırdı.
O anda hissedarlardan bir kadın annemi farketmişti. Aynı kadın elinde ki torbaya koca bir butu koyup, anneme uzatmıştı:
“Al teyzeciğim,afiyetle ye.”
demez mi!
Tabi, annem hemen alıp,” Allah kabul etsin,” diyerek dualar edip durdu.
O an ben öyle çok utanmıştım!
Annemse, doğal karşılamıştı.
Açık konuşayım, ben kurban etini yemeyi hiç sevmiyorum. Ağzımın içinde sakız gibi büyüyor, bir de genizden tezek kokusunu algılıyordum. Midemi bulunduruyordum.
O akşam annemin midesi bayram etmişti.
Arabistan’da her yıl Kurban Bayramında 3,5 milyon Müslüman hacı kurban kesiyor. Kesilen kurbanlar, “kokmasın,” diye kumlara gömüleceği yerde; keşke fakir ülkelere verilmiş olsa.
Güzel olmaz mı?
Sevap olmaz mı?
Hem de ne makbule geçerdi.
Gel de Ö. Hayyam’ı anma şimdi:
“Bir elimizde kadeh
Bir elimizde Kuran
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne de tam Müslüman!”
İyi Bayramlar, diyeyim adet yerini bulsun.
Biricik annemin de ruhuna değsin, ışık içinde uyusun.
Emine Pişiren





















