Aslında son derece geniş bir kullanım alanı olan ve geniş bir kapsam ifade eden siyaseti, kısaca tarif etmek gerekirse, yöneten ve yönetilen olarak devlet ve halkın idare edilmesi olarak söyleyebiliriz.
Kurum ve kuralları ile bir bütünlük oluşturarak, içerisinde yer alan yönetim erkinin, yönetilene yönelik uygulamalarını içeren siyaset anlayışı, bilimsel olarak da akademik eğitimi verilen bir ders olarak üniversitelerde de okutulmaktadır.
Bu girişten sonra, ülkemizde başta demokrasi kavramının nasıl ki henüz yerleşmediği ve bizim kendimize göre kavramsallaştırarak, bir anlamda kuşa çevirdiğimiz şekli ile uygulanıyorsa, siyaseti de aynı kategoriye koyduğumuz açıkça ortaya çıkar.
İnsanların sosyal ihtiyaçlarının yanı sıra siyasal görüşlerinin de ön plana çıktığı ve tüm bunların yönetimsel bir anlayış içerisinde eşit bir şekilde dağıtımın yapılabilmesi, doğal olarak demokrasi ile birlikte hukuk nosyonunun da ön plana çıkmasını gerektiriyor.
Tamamen bilimselliğe dayanan ve yönetim şeklini oluşturan siyaset, ülkemizde ne yazık ki bilimin tarif ettiği şekilde değil de, kimi siyasetçilerin dar kapsamlı beyinlerinde oluştuğu şekilde uygulanıyor.
Hatırlıyorum da, gençlik yıllarımda bir gazete ile polemiğe giren dönemin ünlü bir devlet adamının eşi ile ilgili son derece yakışıksız bir takım iddialar ortaya atılmıştı.
Söz konusu devlet adamının eşinin, ayakkabıcı ile dedikodusunu çıkaran gazete, bu çirkin iddiasını aylarca kullanıp, siyaset mekanizmasında o yıllarda deprem denilecek bir kaos yaratmıştı.
Aslında, bunun yanı sıra Türk tarihine baktığımızda, benzeri olayların binlercesini de görmemiz mümkün. Fatih Sultan Mehmet’in, kardeşlerini boğdurması ve sürdürmesi ile Osmanlı İmparatorluğunda başgösteren siyasi otorite kullanımı, daha sonra devreye padişah annelerinin çevirdiği entrikalarla, bir anlamda Osmanlı’nın çöküşünü gerektiren nedenleri de oluşturmuştu.
Ancak, bizler her zaman olduğu gibi tarihten ders almasını bilmeyen bir toplum olduğumuz için, yaşanılan bu ahlaksız siyaset anlayışından olumlu ders çıkaracağımız yerde, bunların çok daha çetrefillilerini çevirmek için kafa yormaya başladık.
Mustafa Kemal’in Kurtuluş mücadelesi verdiği yıllarda, oluşturduğu Meclis’te kendisine yönelik geliştirilen entrikalardan tutun da, yakın tarihimizde yaşadığımız siyasi dolaplara kadar, kütüphane dolduracak kitaplar oluşurken, günümüzde de bu ahlaksız siyaset anlayışının yansımalarını gördükçe, bir arpa boyu kadar yol alamadığımızı anlıyoruz.
En son örneğini de AKP’den siyasi görüş ayrılığı ve içeride çevrilen entrikalar nedeniyle ayrılan eski Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez’e yönelik olarak ortaya atılan iddialar ile görüyoruz.
Şu anda yeni bir oluşum içerisinde olan ve kendi siyasi düşünceleri doğrultusunda Türkiye’yi karış karış dolaşan Turhan Çömez, en sonunda ülkemizdeki kirli siyaset anlayışından da nasibini almaktan kurtulamadı.
Türkiye’nin dört bir köşesinde verdiği konferanslarla, yaptığı toplantılarla, kaleme aldığı yazılarla ülke gerçeklerini bir bir gözler önüne sererken, hiç kimseden çekinmeden dile getirdiği sözleriyle de, şer cephesinin odağı oldu.
İnternet sitelerinden, gazete sütunlarına kadar yansıyan bir takım fotoğrafları, bir takım çevreler tarafından karşı saldırı olarak servis edilirken, ne yazık ki dile getirdiği iddialara suskun kalınması da kafalarda oluşan soru işaretlerinin silinmesini de sağlayamadı tabii ki.
Oysa ki, Turhan Çömez’in son iki yıldan bu yana ortaya attığı iddialar yenilir yutulur cinsten değildi. Her biri ülke gündemini sarsacak iddialardı. Ama iddianın muhatapları, kendilerine yönelik ortaya konulan bu iddialara doğru ve dürüst net cevaplar verecekleri yerde hep kaçak güreşmeyi kendilerine ilke edindiler.
Sadece kaçak güreşme ile de kalmadılar, “çamur at izi kalsın” politikasını da her zerresi ile uygulamayı neredeyse kendilerine şiar edindiler.
Baksanıza Turhan Çömez’in, gazeteci Güler Kömürcü ile çekilmiş fotoğraflarını, imalı bir şekilde koz olarak kullanmaya başladılar.
O da yetmedi, evinde oğluyla birlikte spor yaparken giydiği bir kıyafetle çekilmiş resimlerini de, art niyetli düşünceler içerisinde kullanmaya başladılar.
Amaç, göz dağı vermenin ötesinde, kirli siyasetle neler yapabileceklerinin bir ön girişiminde bulunmak. Tabii deyim yerindeyse, aba altından sopa göstermek.
Bu gibi durumlarda, hep aklıma (Allah rahmet eylesin) AKP Bandırma İlçe Teşkilatı kurucusu ve ilçe başkanı olan İsmail Çolak’ın söyledikleri geliyor.
2004 yerel seçimleri için 6-7 adayın adı geçiyordu o günlerde. Hatta bir ara da ithal bir adaydan söz ediliyordu. Yıllarca İstanbul’da yaşamış, Bandırma’ya uğramamış birinin Bandırma belediye başkanlığı için aday gösterileceği, kenti karıştırmıştı.
İlçe başkanı olarak tavır koyan rahmetli İsmail Çolak, “Eğer bizim istediğimiz kişi aday gösterilmezse, bu teşkilatın kapısına kilit vurur, alın o zaman burayı siz idare edin deriz…” demişti.
Sonuçta bilinen gerçekler yaşanmıştı. Bunun üzerine de rahmetli Çolak, tarihe geçecek bir söz söylemişti basın mensuplarına; “Biz yeni bir siyaset anlayışı ile yola çıkmıştık. Ama demek ki, siyasetçiler değişiyor, siyaset hiç değişmiyormuş!..”
Evet. Gerçekten de Türkiye’de değişen sadece siyasetçinin kimliği, kişiliği…
Yoksa siyaset anlayışında en ufak bir değişme yok ne yazık ki…
Ve, Türkiye böylesine bir yoz siyaset anlayışı ile yıllar yılı idare ediliyor.
Daha nereye kadar idare edileceği de meçhul doğal olarak. Çünkü, toplum olarak bizler de bu siyaset anlayışına öylesine alışmışız ki, hiç mi hiç yadırgamıyoruz.
Son derece doğal bir davranış biçimi olarak kabulleniyoruz.
Bakın, Türkiye’de her dönem mutlaka bir yolsuzluk, bir suiistimal, bir peşkeş çekme olayları yaşanır ve bunlar da tüm medya kuruluşlarında olabildiğince yer alır.
Yıllar yılı, gerek gazete sütunları, gerekse televizyon ekranları bu tür yolsuzluk haberleri ile çalkalanır durur da, sonuçta ne olur? Koskoca bir hiiiççç!.
Göstermelik bir iki kurban seçilir, onlar içeri tıkılır, sonra kalındığı yerden aynen devam edilir. Bizler de toplum olarak, bu tür olayları film seyreder gibi izler, kahve köşelerinde, ev sohbetlerinde yorumlarını yapar, “Biz adam olmayız!…” der, sonra da gider, kuzu kuzu yine aynı partilere, yine aynı kişilere oylarımızı atarız.
Acaba diyorum, bu yolsuzluklara karşı görünüyormuşuz gibi olup da, yine toplumu oluşturan bireyler olarak her birimizin içinde yer alan bu yolsuzluklara karşı içimde duyduğumuz dayanılmaz bir özlemin yansımasını mı sergiliyoruz?
Öyle ya, istediği bir şeyi yapamayan insanlar, kendi beklentilerini gerçekleştirenlere karşı gizli bir hayranlık duyarlar!..
Galiba, biz böyle bir toplumuz!..