Yaşadığım yerlerden hatırlarım, O dönemin üzerinden nerdeyse 50 yıl geçti, ama 50 yıldan bu yana insanlar yaşlandı, hatta hakka yürüyenler oldu. Ama değişmeyen ve halen devam eden inançlarımız kaldı. İnançlar değişebilir de değişmeye bilir de doğaldır. Ancak inancın içinde taşıdığı şekiller, yakarışlar, yalvarışlar Bu kadar hızla gelişen teknoloji, eğitim, kültürler arsı etkileşim karşısında bu değişmeme gücünü nasıl gösterir sorgulamak gerekir.
Şimdi şu yaşadığımız süreçte, toplumsal yapımıza basit tarafı ile bir bakmak lazım, bayramlarda, ağıtlarımızda, darda kaldığımız günlerde, Üniversite sınavlarına hazırlandığımız dönemlerde, hatta hasta olduğumuz günlerde bile koşmuşuz bir tekkeye, koşmuşuz bir ağaca, çaput bağlamaya veya havale etmişiz Hızır’a Hep bir kurtarıcı beklemiş, dertlerimize deva olsun diye yalvarmış yakarmışız. Hatta kendimizi öyle kaptırmışız ki gördüğümüz rüyayı bile, hayırlara yordurmadan anlatmamışızdır karşımızdaki kişiye. Hangi koşullar, ya da sosyal gelişimler, bize hep dışarıdan iradesi dışından bir güce ihtiyaç hissettiriyor? Her daim bir Hızır ya da Mehdi bekleniyorsa her halde dinin bunda önemli bir rolü olsa gerek. Belki de bu işi sadece dine bağlamamak gerekiyor. Din unsuru dışında aradığımız neden örgütlenme, bir arada iş yapma kültürü olmamasından, böyle bir kültür yerleşmemiş olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Eğer bu böyle ise, bunu engelleyen, ket vuran ne?
İyi şeylerin olması, sıkıntılı ve güç durumlardan kurtuluş için kendi dışından beklenti, hem bireylerde hem de örgütlerde, sinmiş, hâkim bir duygu. Çok çabuk umut bağlanılan ve yine çok çabuk terk edilen ve fazla zemin bulmayan örgütlenememe sorunudur. Galiba en önemli unsur Ülkemizde iki kişinin bile yan yana gelip sohbetinden bile korku duyulan ve bugün bile sendikaların, demokratik kitle örgütlerin yok edilme ile yüz yüze kaldıkları bir gerçektir. Ancak bunun hem bir ters işleyişi hem de yok edici bir yanı vardır. Ters işleyen yanı aklın tutulmadığı noktada insanlar dert bizde ise derman ellerimizde deyip kolektif gücü yaratmaya bunu örgütlü bir güce dönüştürmeye ve bu konuda toplumsal baskı unsuru olmaya çalışmalarıdır.
Yok, edici yanı ise en hazin olanıdır. Sendikalar ve demokratik kitle örgütlerinde de bu durum yoğun olarak yaşanmakta. Genellikle kongreler sonrası örgütümüz ile neredeyse tüm ilişkimiz biter. Bir dahaki kongreye ve seçime kadar ortadan kaybolmak adettendir. Hal böyle olunca, görev verilen yönetim ve kurullara yönelik, destek, sorgulama, denetim, tabandan süreç içerisinde işletilemeyince bir yığın hayal kırıklığı peşinden geliveriyor doğal olarak. Kongreler genellikle siyasi içerikten uzak ahbap çavuş ilişkiler üzerine şekilleniyor. Bunu kırılma noktası ise Ne Hızır ne Mehdi beklemektir. Zor işlerin altına girildiğinde denir ki “Boz atlı Hızır yardımcınız ola” arkasından beklenen söz ise bilesin ki Boz atlı Hızır senden başkası değildir olabiliyor ise bir arada mücadeleyi örmek en tutarlı tavır olmalıdır. İşte o zaman hak etmediğimiz şekilde yönetilmenin ağırlığını, sırtımızdan atmak ve insanca yaşamak arzumuzu gerçeğe dönüştürmek içten bile değildir.
Bize göre bugün eğer siyasi partilerimizde yeteri kadar, demokrasinin unsurları kendini göstermiyorsa, halkımızla seçim gününden gününe has bel kadar buluşma yaşanmaya çalışılıyorsa, bunun nedenlerinden bir de, ülkemizde yeteri kadar Demokratik kitle örgütleri, zemin bulamamış ve içinde kurumsallaşma yaratamamış olmasının payı vardır. Çünkü bu yapılar bize göre siyasetin alt okullarıdır. Burada yeteri kadar pişen olgunlaşan ve halkla bire bir temas haline olanlar, Üniversite diyebileceğimiz siyasi partilerin içinde çok daha anlamlı çok daha diri ve direngen olacak ve halkın sesini yürekten hissedecektir. İşte o zaman biat etme kültüründen kurtulup, Hızır’ da Mehdi’de kendimiz olacak ve onurlu bir birey olarak, halklar en öndedir diyerek halaya gireceğiz.