Mesut Özil Özelinde Almanya’da Ve Batı’da Irkçılığın Hortlaması-1
Irkçılık insanları ayrıştıran ve nefret duygularını besleyen lanetlenmiş bir kavramdır. Gelmiş geçmiş en etkili Amerikalı Müslüman siyahî siyasetçilerden Malcolm X’in söylediği gibi “Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.” Bu hastalığın yerinde ve zamanında tedavi edilememesi toplumlarda ciddi rahatsızlıklara sebep olur.
Belli gayeler uğruna dünyaya gönderilen insanlar Allah’ın şerefli birer mahlukudur. Rabbimiz bunu “eşref-i mahlukat” kavramışla dile getirmiştir. Onun için bütün insanlar Hakk nazarında özü itibariyle kıymetlidir. Fakat insanlar eylemleriyle “eşref-i mahlukat” mertebesinden maazallah “esfel-i safilin” çukuruna da düşebilirler. Demem o ki insanı değerli kılan bir ömür boyunca yapıp ettikleridir. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”(Hucurat 13) ayeti de bunu vurgular.
Irk ayrımı bir ırkı üstün, başka bir ırkı aşağı görme küstahlığıdır. Aşağı görülen ırk, üstün görülen ırkın zorunlu hizmetkârı konumundadır. Bu da bir çeşit modern kölelik demektir. Üstün ırktan geldiğini iddia edenlere göre bu, yaratılıştan gelen (hâşa) ilâhî bir durumdur. Kişinin çalışıp çabalamakla bu çirkin yaftadan kurtulması da mümkün değildir. Hakir görülen ırk ve bu ırka mensup olan kişi dünyanın en zeki insanı olsa bile bu insanlık dışı etiketi ömür boyu taşımaya mahkûmdur.
Üstün ırktan olan kişi deli bile olsa, aşağı görülen ırkın efendisidir. Aşağı görülen de kendisini üstün ırktan görenlerin bir çeşit paryası konumundadır. Bu, insanların temelde eşit olduğu prensibine de aykırıdır. Bunun biyolojik, antropolojik ve ilmî hiçbir açıklaması yoktur. Tamamen öznel ve keyfî bir bakış açısıdır.
Rabbimiz biz kullarını dünyaya gönderirken bize kulluk gibi ağır bir sorumluluk yüklemiştir. Bunun sınırlarını da değişik zamanlarda gönderdiği kutsal kitaplarda çizmiştir. Son ilâhi kitap olan Kur’an-ı Kerim, kulluğun çerçevesini ortaya koymuştur. O açıdan kulluğun derecesi insanlığımızın derecesini de belirler. İyi ahlâk ve kâmil iman dışında sonradan kazanılan hiçbir şey Hakk katında üstünlük göstergesi olarak kabul edilemez.
Bizi farklı dillerde ve renklerde yaratan Rabbimiz kendine yakın olma(takva) dışında aramızda hiçbir üstünlük gözetmemiştir. Dil, din ve renk farklılığı ırkçılığı gerektiren bir durum değildir. Hepimiz bu fâni dünyada insanca bir hayat yaşamanın derdindeyiz. “Gözlerimizin ve derimizin rengi ne olursa olsun, gözyaşlarımızın rengi aynıdır.” beylik sözü dertlerimizin ortak olduğunu gösteren güzel bir ifadedir. Durum bu iken bu kibir niye?
Hiç kimse ırkçı olarak doğmaz. Irkçılık sonradan öğrenilen kötü bir davranıştır. Aldığımız yanlış terbiye, edindiğimiz sakıncalı öğretiler ve kötü çevre bizi ırkçı yapar. Bu bir yetişme tarzı ve anlayış meselesidir. Hangi milletten olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın ırkçılık ciddi bir insanlık suçudur, bunu yapanlar yalnızlaştırılmalıdır; hatta lanetlenmelidir. Eğer böyle davranılırsa bu hastalıklı ruha sahip olanlar etrafında taraftar bulamayacaktır.
Geçen zaman içerisinde insanlar maddî ve manevî her şeyi, bütün bilimleri öğrendi; ama sevgiyi, kardeşliği ve barış içerisinde dostça yaşamayı bir türlü öğrenemedi. Onun içindir ki dünyada silahlanma yarışı aldı başını gitti. Bütçelerin çoğu ölüm makinelerine ayrıldı.
İslâmiyet; dilleri, dinleri ve renkleri ne olursa olsun bütün insanlara kardeşlik nazarıyla bakmamızı öngörür. Sevgide de, nefrette de ileri gitmememiz gerektiğini öğütler. Çünkü bugün çok sevdiklerimiz yarın düşmanımız, bugün nefret ettiklerimiz de dostumuz olabilir. Müslüman, etrafındaki insanlara adeta bir renk körüymüş gibi bakar. Çünkü Hakk nazarında kişinin beyaz, siyah veya sarı ırktan olması bir şey ifade etmez. Mühim olan zarf değil, mazruftur. Bizler kişinin dışına bakarak içine yönelik hükümlerde bulunamayız.
Dünya devletleri geçen zaman içerisinde bilimde ve uygarlıkta çok büyük atılımlar gerçekleştirmiş olmasına rağmen ırkçılık ve ayrımcılık meselesi ne yazık ki bugün de tazeliğini koruyan bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu mesele aslında yeni değildir; belki insanlıkla yaşıttır. Zamanı biraz daha somutlaştırdığımızda 15. ve 16. yüzyılları bu meselenin başladığı, 17. ve 19. yüzyıl arasındaki süreci de bu meselenin daha da dikkat çekmeye bağladığı yüzyıllar olarak gösterebiliriz. Bunun esas nedeni de ırkların tasnifidir. Bunun yanında ideolojik yaklaşımlar ve emperyalizmin getirdiği sıkıntılar da tuzu biberi olmuştur.
İnsanların sırf derilerinin renginin ölçü alınarak tasnif edilmesi çağdışı bir yaklaşımdır. Çünkü insanı yaratan Allah hiç kimseye nasıl yaratılmak istediğini sormamıştır. Bu tamamen Allah’ın tasarrufundadır. Hem renklerin birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.
Irkçılık bencilliğin tezahürüdür. Fertlerin ve toplumların doğuştan getirdiği özel imtiyazları yoktur. En büyük üstünlüğümüz insan olarak doğmamızdır. Hepimiz insan olduğumuza göre hayatta birbirimize eşit mesafedeyiz. Köle de, efendi de yoktur.
Yüce dinimiz İslâmiyet ırkçılığa asla müsaade etmemiştir. İslâm sevgi ve hoşgörü dini olduğu için, yaratılan bütün canlılara merhamet nazarıyla bakılmasını emretmiştir. İslâm’ın millet anlayışıyla Batı’nın millet anlayışı istinat noktaları açısından farklılıklar arz etmektedir. İslâm’ın gözbebeği olan Türklerin millet anlayışları İslâm’la birebir örtüşmektedir. Zira İslâm’ın öngördüğü ve Türklerin benimsediği millet anlayışında esas olan ırk değil, kader birliği ve inançtır. Millet kavramına inanç çerçevesinden bakan milletimiz meseleyi İbrahimî çerçeveye oturtmuştur. Onun içindir ki Türkiye’de yaşayan insanlar Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Abhaz, Zaza, Arnavut, Azerî, Gürcü ve Boşnak gibi ırkına inilmeden tek bir millet sayılmıştır. Aynı gaye uğrunda çalışanlar ve ülkesini sevenler baş tacı edilmiştir.
Kâinatın manevî güneşi olan Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav), Hicret’in 10. yılında büyük bir kalabalığa karşı irat ettiği Vedâ Hutbesi’nde, “Ashâbım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır; ayağımın altındadır” buyurmuştur. Resulullah aynı konuşmasında ayrıca, “Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.” buyurarak bütün zamanlara şamil hakikat esaslarını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yayınlanmadan 1316 yıl evvel insanlara duyurmuştur. Bizler bu sese kulak vermeliyiz.
Bir zamanlar insanlığa adalet dağıtan bir cihan devleti olan Osmanlıyı parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen düşman devletler, Osmanlıyı meydana getiren farklı milletleri milliyetçilik ve ırkçılık etrafında ayaklandırmaya çalışmışlar; ne yazık ki bunda başarılı da olmuşlardır. Bunu gören Mehmet Akif, oyuna gelen kitleleri şu sert mısralarıyla uyarmıştır:
“Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!/Dinle Peygamber-i Zîşanın ilâhî sözünü!/Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,/Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,/Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?/ Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?/ Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,/Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,/ Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir/Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…”