İnsanları; varsıl veya yoksul olarak kategorileştirmenin ötesinde yoksunluklarımızı ve hayat boyu yoksun bırakıldıklarımızı konuşmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Surete bakıp verdiğimiz hükmü, sîretin barındırdığı yaşanmışlıklar ve yoksunlukların süzgecinden geçirmeyi denemeliyiz. Belki o zaman her varlıklı insanın huzurlu, her güzel kadının mutlu, her muktedir erkeğin umutlu olduğu perspektifini de değiştirebiliriz.
Çoğu zaman insan ömrü, yaşamdaki eksik bir puzzle parçasını aramakla geçmektedir. “Yara kanar, kabuk bağlar ve kimlik olur” denildiği gibi nihai olarak ortaya çıkan şahsiyet de, o arayış yolunda yaşanılan ve hissedilenlerle şekillenmiştir. Bu arayışın nevi’si; varoluştan gelen fıtri özellikler ile erken dönemde içinde bulunulan aile ortamı ve sosyal yaşantının paydasında belirmektedir.
Soyun idamesinin erkek çocuk üzerinden sağlandığı, kız çocuklarının öldürülmeye anne karnındayken başlandığı reel yaşantının içerisinde, tahakküm kurmaya meyilli bir erkeklik ve sevgiye muhtaç bir kadınlık olgusunun oluşmasından daha doğal bir şey yoktur. Erkeğe bırakılan genetik mirasın, eril yaşantının hemen her noktasında tatmini mümkün iken; kadına kalan miras ne yazık ki yine erkeğin inisiyatifine bırakılmıştır.
Gözüyle seven erkeğin, kulağıyla sevebilen kadından her daim avantajlı oluşu yadsınamaz bir gerçektir. Ortak bir sevgi dilinin oluşabilmesi için ise tek taraflı çaba ne yazık ki mümkün olamamaktadır. Çocukluk döneminden itibaren sevgi yoksunluğu çeken kadınların seçeceği yol arkadaşlığı da bu eksikliğin tamamlanması olarak nitelenebilir. Bu nedenledir ki; vahşice katledilen bir kadının yapmış olduğu birliktelik tercihinin, maktul olmasından daha çok konuşulması son derece yersizdir. Nitekim sevgiye doyarak büyümüş bir kadın, hayat serüvenindeki her yol ayrımında salt sevgiyi baz almayıp daha efektif seçimler yapabilmektedir.
Sevgiye ve sevilmeye duyulan ihtiyacın psikoloji biliminin ışığında ele alındığı, psikologluk mesleğinin çoğunlukla bilimsellikten uzak bir yaklaşımla icra edildiği, psikoloğa gitmenin dâhiliyeye gitmekle bir türlü eş değer görülemediği günümüzde, sevgi yoksunluğu yaşayan kadınların çıkmaz bir sokakta kaybolduğu varsayılabilir.
Kâinatı var eden kudretin dahi tevhid ile yetinmediği, ibadet ile bu inancın desteklenmesini emrettiği düşünüldüğünde, kadının sevilmek ve sevildiğini hissetmek istemesi kadar tabii bir şey yoktur. Bir kamp ateşi, başında beklemekle yanmaya devam etmiyor odun istiyorsa, tarladaki bir bitki sadece güneş ve su ile ürün vermiyor ilgi bekliyorsa, bir araç yakıt yüklenmediği, bakımları yapılmadığı takdirde gitmiyorsa, bir kadından neden bu yoksunlukla baş etmesi beklendiği, bilinememektedir.
Hülasa, kim olduğunun değil; ne hissettirdiğinin, ne bildiğinin değil; ne kadar yaşadığının, ne düşündüğünün değil; nasıl ifade ettiğinin mühim olduğu şu hayatta ikamesi olmayan yegâne şeyin sevgi olduğunu düşünüyorum.
Cahit Zarifoğlu’nun ifadesiyle; Dedi ki, “sen şairsin, elindeki bu taş ne? Dedim ki, “şair aşka boyun eğer, zulme değil…”