Sevgili okurlarım, bugünkü yazımda sizlerle üç dilencinin öyküsünü paylaşacağım. Bu öykülerdin birincisi benim 1967 yılında öğretmen okulundan mezun olduktan sonra, ilk görev yerim olan İzmir’e trenle gidiş yolculuğum sırasında dinledim.
O tarihlerde trenler üç mevkie ayrılmaktaydı. Birinci mevki yataklı olduğundan, zenginlerin yatıp kalktığı mevki idi. İkinci mevki sünger koltuklu ve nispeten rahat yolculuk edilebilecek mevki idi. Üçüncü mevki ise köylülerin ve ırgatların üst üste yolculuk yaptıkları mevkiler idi. Birinci ve ikinci mevki salonları varış yerine kadar boş olsalar dahi, üçüncü mevkide üst üste yığılıp giden yolcular bu salonlara girme şansları yoktu.
İşte ben böyle bir zamanda ikinci mevkide yolculuk yapmaktaydım. Trenimiz Kayseri garında bir müddet beklediği sırada, içeri kelli felli bir şahıs girdi ve yanıma oturdu. Ben Karstan, Kayseri’ye kadar yalnız başıma geldiğimden, canım çok sıkılmıştı. Yanıma oturan ve adı Arif olan bu yaşlı adamın gelişine çok sevindim. Ne var ki Kurtalan ilçesine kadar olan yolculuğumuz süresince birbirimizle hiç konuşmadık. Onaltı saat yolculuk süresinde konuşacak kimseyi bulamadığımdan içim içimi yiyordu. O anda karnımın acıktığını hissettim, yerimden kalktım önce tuvalete gidip ihtiyacımı giderdim. Sonrada elimdeki havlumu ve sabunumu çantama koydum. Arif amca ben yemek yemeğe gidiyorum, sizde gelmek ister misin? Dedim.
Arif amaca yüzüme baktı, başını geriye iterek hayır işareti verdi. Arif amcanın bu hareketine daha çok üzüldüm. Yemek salonuna gidip yemeğimi yedikten sonra, kompartımanına döndüm.
Arif amca yerinden doğrularak, bak evlat sen daha gençsin. Hayatta neyin ne olup bittiğini bundan sonra öğreneceksin. Benim kim olduğumu ve nasıl biri olduğumu bilmeden beni yemeğe davet ettin. Biliyorum canın çok sıkılmış olabilir. Ama benden sana nasihat, iyice tanımadığın kişilere ne kapını aç ne de yakın dur. Bak ben sana yaşadığım bir öykümü anlatayım, belki o zaman canının sıkıntısı gider, dedi.
Arif amcanın bu çıkışına ve sonrada bir öyküsünü anlatmak istemesine çok sevindim. Kendimi geri çektim, oturuşumu düzene koyduktan sonra, buyur Arif amca şimdi sizi dinlemeye hazırım, dedim.
Arif amca öyküsüne, “Bak öğretmen bey diye başladı. Ben İstanbul’un Beşiktaş ilçesindenim. Aynı mahallede birlikte yetiştiğimiz bir arkadaşım vardı. Birbirimizden ayrı gayrımız yok du. Ailelerimiz bile bizim sayemizde çok yakın dostluklar kurmuşlardı. Aynı okulda bile beraber ve aynı sırayı paylaşmak taydık. Gün geldi ben askeri okula, oda polis okuluna gitti. Bir birimizden ayrılmıştık ama mektupla yazışıp durduk. O tarihlerde Birinci dünya savaşı bitmiş, İstanbul işkâl edilmişti. Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da kurtuluş mücadelesini vermekteydi. Bunun içinde düzenli orduyu kuruyordu. Biz iki arkadaş bir araya geldik ve Mustafa Kemal’in kurduğu orduya katılmak üzere Ankara’ya gittik. Kayıt işlemlerini yaptırdıktan sonra, bizi kıtamıza teslim ettiler. O tarihten itibaren bütün cephelerde savaştık. Hafif yaralanmaların haricinde, ikimizin de sağlık durumu yerindeydi. Cumhuriyet İlan edilmiş, yeni düzenlemelere geçilmişti. Bu düzenleme içinde bizimde durumumuz gereği okullarımıza yollandık. Aradan yıllar geçti, her ikimizde başarıyla mezun olduk. Ben orduya teğmen olarak katılırken, arkadaşımda polis olarak görevine başladı. Aradan geçen yirmi yıl sonra tekrar karşılaştık. Birbirimize söyleyecek o kadar sözümüz vardı ki, kısa zamanda anlatılması imkânsızdı. Arkadaşım Adana Emniyet müdürü, bende Kurmay Albay olmuştum. Bana ısrarla yaz tatilinde izin alıp Adana’ya gelmemde çok ısrarlı oldu. Ben çok sevdiğim arkadaşımı kıramadım ve geleceğime dair söz verdim. İzne ayrılmadan tekrar kendisiyle görüştükten sonra, izine ayrılıp, doğruca Adana’ya gittim. Tabi beni iniş noktamda karşıladı ve aldı doğruca makamına götürdü. Sebebi ise, izin işlemini tamamlaması gerektiğini söyledi. Odasında kahvelerimizi içerken, bir polis içeri girdi. Selam verdikten sonra, bir dilenci vatandaşın ısrarla kendisini görmek istediğini söyledi. Bu söz üzerine, dilenciği alın getirin dedi. Tabi birkaç dakika sonra polis dilenciyi getirdi. Arkadaşım, dilenciyi sordu sorguladı, sonrada cebinden çıkardığı bir avuç bozuk parayı dilenciye verip gönderdi. İş olacak ya, beş dakika sonra polis tekrar kapıyı çalıp içeri girdi. Efendim bugün hiç olmayan işlerle karşılaştık. Şimdi bir dilenci daha geldi. O da ısrarla sizi görmek istiyor, dedikten sonra, arkadaşım peki onu da alın içeri dedi? Polis dilenciyi içeri getirdi getirmesine ama, benim arkadaşım bir anda yerinden kurşun gibi fırladı. Dilencinin üzerine çullandı. Şille tokat, tekme derken, götür bu şerefsiz adamı, bir daha gözüm görmesin. Bunun dilendiğini görürseniz haberim olsun diye de emir verdi.
Ben neye uğradığıma şaşırmıştım. Bu durumu kendime kurulan bir tuzak olarak düşündüm. Hemen yerimden fırladım ve valizimi aldığım gibi kendimi dışarı attım. Arkadaşım peşimden koşup geldi ve boynuma sarılarak yalvarmaya başladı. Yaptığının benimle ilgisinin olmadığını söylediyse de beni ikna edemedi. Ya bana gerçek nedeni anlatırsın, ya da kusura bakma yapmış olduğun bu hareketi, bana yapılmış kabul edip gidiyorum, dedim.
Sen iki dilenciden birisini seviyor, diğerini dövüyorsun. Be ne demek bana kurduğun bir tuzak mıdır? Beni yaraladın ve çok kırdın. Maksadın neydi bilmiyorum ve doğrusu anlamış değilim, dedim. anlayamadım, Bu sözümü söyledikten sonra, yoluma devam etmeye başladım. O esnada arkadaşım tekrar koşarak gelip kolumdan sımsıkı tuttu. Tamam, çok özür dilerim, dedi. Gitme ne olursun gitme, ben size gerçeği anlatacağım, dedi. Bu sözü üzerine peki diyerek, tekrar odasına döndüm.
Bak biz kırk yıllık arkadaşız. Birbirimizden ayrımız gayrımız olmadı. Ancak bizim bir aile sırrımız vardı, onu da sana değil hiçbir kimseye söylemedik. Ben Yahudi bir ailedenim. Ailemiz Türklerden zarar görmeyelim diye, Türkler gibi davrandı. Tabi sende bilmiyordun. Şimdi bugün olan duruma gelecek olsam, odama birinci gelen dilenci Müslümandı. Sizler Allah adını duyunca gerekli yardımı yapıyorsunuz. Bu dilencilerinizde, dini istismar ederek zenginleşiyor ve asalaklaşıyorlar. Son gelen dilenci ise Yahudi bir vatandaştı. Onun dilenmeye hakkı yoktur. Asırlarca vatansız bir millet olarak yaşadık. O çalışma ve yer yurt sahibi olmak zorundadır. Irkından olanların da yanında durması gerekmektedir. Ben bu sebepten dolayı onu dövdüm. Şimdi beni affedebilecek misin, diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Bu arkadaşımın hareketini uzun uzun düşündükten sonra, kalmaya karar verdim. İşte böyle bir olay yaşadım öğretmen Bey. Bundan sonrasını sen düşün.” Dedi.
Not: Yazının uzun olması sebebiyle, iki dilenci olayını da hafta içinde okursunuz.
Mürsel ADIGÜZEL
Eğitimci Yazar ve Şair