Mimar Erol Evcioğlu’nu ‘17 Nisan 2022 Pazar günü gerçekleşen ‘Cengiz Bektaş’ı AnmaEtkinliği’nde tanıdım ve mutlu oldum! Nerede mi? Kuzguncuk’taki Mülkiyeliler Birliği Lokali’nde… Ayrıca, Mülkiyeliler Birliği görevlisi Filiz Mut ve Lokalin İşletmecisi Kerim Orlon, o gün tanıdığım cana yakın ve güzel insanlardan oldu. Uygun zamanda beklediklerini de vurguladılar.
Sonraki aylarda daveti üzerine Erol Evcioğlu’nu ziyaret ettim. Uzun ve derinlikli söyleşimiz oldu. Karşısındaki masada yeri olan oğul Kaan Evcioğlu, yer yer bize katıldı. Erol Evcioğlu, yazıcıdan çıkardığı öyküsünün sayfalarını bana verdi ve okuyup değerlendirmemi istedi. Okudum ve okurlarımla paylaşmayı yeğledim. Uzunca bir öykü ama okunmaya değer… Buyurunuz birlikte okuyalım, derim.
***
“Dışarıda keskin bir soğuk vardı. Yine yağmurlu bir İstanbul sabahı başlıyordu. Mehmet, buğulu camı elleriyle sildi, Laleli’nin kaldırımlarında yağmurdan kaçıp biran evvel işlerine gitmek isteyen insanların koşuşturmalarını ilgi ile izledi. Mehmet’in içi içine sığmıyordu! İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümünü kazanmış, birinci sömestriyi (yarıyılı) bitirmişti, üniversiteyi kazanmış okuyordu ya bütün mesele onun için bitmişti. Bir an irkildi ‘ya kazanamasaydım neler olurdu acaba?’ diye düşündü. Annesi bir atölyede halı dokuyordu, babası tayyare fabrikasından emekli olmuş, kalp hastalığına rağmen akşamları fırından aldığı bir tabla simidi satmakta zorlanıyor, bazı akşamlar satamadığı simitleri eve getiriyor, ailecek yalnız simitleri yiyorlardı. Ama bir şansı daha vardı, eğer simitler çok artmış ise gene tablaya dolduruyor, fakir mahallelerinde ‘Bayat simiiit karın doyuruyooor!’ diye 10 kuruşluk simidi 5 kuruşa satıyordu. (Bu dünyada eşine rastlanmayacak bir pazarlama metodu idi ve sadece Kayseri’de olabilirdi. Alıcı, simidi hem yarı fiyatına alıyor, hem de iki misli karın doyuruyor, satıcıda asla yalan söylemiyor.)
Olsuuun, dökülmekten daha iyidir ya, hem nimeti çöpe atmak günahtı.
Mehmet, Laleli’deki Nuh Naci Yazgan ve Kayserili iş adamlarının bağışları ile kurulan Kayseri Talebe Yurdunda tam yardımlı olarak, 6 kişilik odada kalıyordu. Ona pencere tarafındaki ranzanın altını vermişlerdi. Onun için bu yurtta yer bulmak inanılmaz bir mutluluktu! Bazı geceler üstündeki ranzanın çelik tellerini sayarken geriye dönük hayale dalar, aklına geldikçe ürperti ile titrer ‘ya yurda giremeseydim ne yapardım acaba?’ diye tekrar tekrar düşünürdü. Yurda girmeseydi belki de üniversiteyi kazandığı halde Kayseri’ye geri dönecek, babası ile birlikte fırından bir tabla da o alacaktı. Fukaralığın lügatteki yeri bu olsa gerekti.
Bavulunu hazırlarken birden ders programını işlediği duvardaki takvime gözü ilişti tarih 15 Şubat 1955’i gösteriyordu. Üniversite sömestr tatiline girmiş, Mehmet, bu akşam hayatının ilk yarıyıl tatilini yaşayacak Kayseri’ye memleketine, ailesine gidecekti
Bütün eşyası annesinin pazardan aldığı tahta bavula sığacak kadardı. Bavulun kilidi tutmuyordu, bu işi bir çivi ile çözmüştü. 15 gündür çamaşırcıya veremediği kirli çamaşırları koyarken annesini düşündü. Kim bilir ne kadar kızacaktı ona ‘bu kadar biriktirilir mi ?’ diye.
Bavul bitti, kafasını ranzanın altından çıkarıp şöyle etrafına bakındı. Kimse onun gibi acele etmemişti. Nurettin’e beraber gitmeyi teklif etmiş, kabul etmemişti. Onun bilet parası olmadığından Kayseri’ye gidemediğini kimsenin bilmesini istemiyordu. Karşı komşusu Yunus, Teknik Üniversite Makine’de okuyordu. Yan komşusu Erol, Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nde okuyor, yurtta ikinci yılını yaşıyordu. Hem İstanbul’u Mehmet’ten iyi biliyor, hem de kızlarla iyi diyalog kuruyordu. Bir de üstüne üstlük dans etmesini de biliyordu. Erol’un bir de sınıftan arkadaşı vardı: Erdoğan… Dilinden hiç düşürmezdi, içtikleri su ayrı gitmezdi. Şimdi Mehmet hazırlanırken üstüne gelse idi, kim bilir nerede Erdoğan’la kızlarla gazoz içtiğini anlatır, gene onların moralini bozardı. Bir de yurtta kalmayan Candaş’la birlikte iseler kim bilir Mehmet’e ne şakalar yapacaklardı.
En sevdiği arkadaşı Sultanahmet Yüksek Ticaret’te okuyan ve ranzanın üstünde yatan Turgaydı. O da Mehmet gibi fakir bir ailenin çocuğu idi. Babası ölmüş, annesi de ablasının yanında olduğu için memlekete gitmeyi hiç istemezdi. Deli gibi ders çalışır, Mehmet’e: ‘oğlum bu bizim son şansımız, ya okuyacağız ya da Kayseri’de kamyon şoför muavinliği yapacağız.’ Derdi. Derdi ama ranzanın altından Mehmet’in tekmesini yemesi de eksik olmazdı. Turgay’la yurdun dışında da beraber olurlar, bazen ellerine bir simit alıp, Yenikapı’daki motor iskelesinde inşaat kumlarının sırtta tekneden nasıl indirildiğine bakar, bu insanların bir dilim ekmek için döktükleri teri hayretle seyrederlerdi! Yavuz’la mezun olduktan sonrada arkadaşlıklarını devam ettirme sözü vermişlerdi ama bu sözü tutamayacaklarını henüz bilmiyorlardı.
Mehmet’in hayalleri vardı. Okulu bitirecek, iyi bir mimar olacak, ailesini yaşadığı bu sefaletten kurtaracaktı. Bunun okulu bitirmekten başka yolu olmadığını biliyordu. Neyse Mehmet işine bakmalıydı. Tren akşam 11.00’de kalkıyordu. Nasıl olsa 3. Mevki biletini de almıştı, almasa sömestr başlangıcında trenler tıklım tıklım oluyor, koridorlar yolcularla doluyor ve bilet de bulunmuyordu.
Anasını, babasını nasılda özlemişti. Memleketi burnunda tütüyordu. Hele lise son sınıfa yeni başlayan kız kardeşi Hatice, nasıl boynuna sarılacaktı. Ona da bir hediye alamamıştı. Kayseri’de sevdiği bir kitabı alırım, diye düşündü. Harçlığı bilet parasına ancak yetmiş, 6-7 lira da cebine kalmıştı. Hem nasıl olsa memlekete gidiyordu, trende karnını doyuracak kadar parası da olması onun için en büyük mutluluktu! Mehmet şöyle bir doğruldu, unuttuğum bir şey kaldı mı diye düşündü, sonra acı acı gülümsedi. Hayattaki bütün gereksinimi bir tahta bavula sığmıştı. Bir gün gelecek, zengin olacak, bu hayatı yaşayan insanlara yardım edecekti.
Haydarpaşa’ya erken gidecekti. Tramvayla Karaköy’e geldi, Haliç’in mavi sularını seyretti. Haliç henüz kirlenmemişti, ama kirlenmesi için ne lazımsa yapılıyordu. Haliç’in kıyısındaki sebze ve meyve halinden artan bütün pislikler doğrudan halice dökülüyor, etraftaki yerleşimlerin kanalizasyonu da Halice akıyordu. Yol boyunca sırtlarındaki küfe ile hamallar sebze meyve taşıyor, yere dökülen domates ve ıspanak artıklarına basan yayalar bu rezalete mum dikiyorlardı. Bu sefil manzarayı da turistler fotoğraflıyordu. Mehmet bir iç geçirdi, niçin camilerimizi, güzelliklerimizi çekmiyorlar da hep sefaletlerimizi çekiyorlar, diye düşündü.
Mehmet vapura binip direk Haydarpaşa’ya gitmek istemedi. Kadıköy’e geçiyim oradan da Haydarpaşa’ya kayıkla geçerim, diye düşündü. Tabii biraz da Kadıköy vapurundaki Yahudi kızları seyretmek istemişti. O tarihte Kadıköy’den Haydarpaşa’ya kayıkla yolcu taşıyan kayıkçılar vardı. Bu iskeledeki bütün kayıkçılar Çankırı’nın bir köyündendi. Bunlar, memleketlerinden hiç denizi görmemiş olarak gelirler, buradaki akrabalarının yanında kayıkçılığa başlarlardı. Dediğini de yaptı. 25 kuruş vererek kayıkla Haydarpaşa’ya geçti.
Mehmet, Haydarpaşa’nın önündeki geniş alanda denize doğru bakan bir banka oturdu. İstanbul yağmuru bir esip savurmuş sonrada dinmişti, yağmur sonları İstanbul ve deniz bir başka güzellikte kokardı. Akşam olmuştu güneş Sarayburnu tarafından batıyor, gökyüzü bin bir renge boyanıyor, ufuktaki kızıllık Marmara’nın sularına yansıdıkça, denizin ve gökyüzünün binlerce rengi birbirine karışıyor, bir ressamın tuvalinde ifade edilemeyecek kadar muhteşem bir manzara oluşuyordu. Sarayburnu’ndaki kubbe ve minarelerin profilleri (görüntüleri), sanki ufuktaki bu güzelliği biraz daha seyrettirmek için yukarda tutuyor gibiydi.
Hava soğuktu, buna yağmurun da serinliği eklenince, bir insanın dışarıda oturabilmesi ancak Mehmet gibi genç ve sağlıklı olması ile mümkündü. Annesinin üniversiteyi kazandığında aldığı devetüyü paltosunun yakasını kaldırmış, hem bu muhteşem manzarayı seyrediyor hem de kendisini, ailesini, istikbalini, düşünüyordu.
Babası epey yaşlanmıştı. Kayseri’de aynalı doktora götürmüşler (kalp) demişti doktor. Kendini yormayacak, evde dinlenecek, sigara içmeyecek, kısa mesafeli yürüyüş yapıp sağlıklı beslenecekti. Bir de dilaltı hapı vermişlerdi. Ama dinleyen kim. Yine saat 6.00’da kalkıp Sümer işçilerinin servisinin kalktığı yerde simit satmaya başlamıştı. Bir gün işe çıkmasa ne yiyeceklerdi, emekli maaşı ancak kiraya ve Hatice’nin okul masraflarına yetiyordu. Acaba hastalığı şimdi nasıldı? Biran evvel mezun olup anasını, babasını bu sefaletten kurtarıp, Hatice’nin tahsiline yardım etmesi gerekirdi. Tanrıdan kendi için hiçbir şey istemiyor, ileriye dönük bütün hayallerinde babası, anası ve Hatice oluyordu.
1954 ve 1955 yılları Türkiye büyük ekonomik bunalım içindeydi. Ne ararsan ara, yok diyorlardı. Devlet kasasında döviz sıfır noktasına inmiş, ilaç bile bulunmuyordu. Bırakın ilacı lastik ayakkabı bile yoktu. O zamanın çok meşhur olan tek ayakkabı firması Cızlavet’in mağazasının önünde öğrenciler sabahın 5’inde kuyruğa girer, aldıkları 2-3 çift botu iki misli fiyata o gün satar, harçlıklarını çıkarırlardı. Başbakan Menderes, 300milyon dolar borç almak için Amerika’ya gitmiş eli boş dönmüştü. Üretim ve ithalat yok noktasında idi. Yurtta kalan mimarlık öğrencileri bir tek seloteybi bir yıl kullanmak zorundaydılar. Proje çizmek için grafos ucu almaya Karaköy’deki Madam’ın dükkânında 5’te kuyruğa girer ancak bir iki tane alabilirlerdi. Mehmet, hem düşündü hem de gülerek ‘memleketin hali benimkinden de bok…’ dedi kendi kendine. Tren saati yaklaşıyordu Haydarpaşa’nın meşhur geniş merdivenlerinde telaşlı kalabalıklar başlamıştı. Kimi amcalar başlarındaki fötr şapkaları ile yeni gelişen Kadıköy’deki evlerine gitmek üzere telaşla banliyö trenine yetişmeye çalışıyorlardı. İçlerindeki iyi giyimlilerin aksanı da değişikti, muhtemelen Yahudi veya Ermeni idiler, Rumlar bağırarak konuşuyorlardı.
Tren saati yaklaşıyordu Haydarpaşa’nın meşhur geniş merdivenlerinde telaşlı kalabalıklar başlamıştı. Kimi amcalar başlarındaki fötr şapkaları ile yeni gelişen Kadıköy’deki evlerine gitmek üzere telaşla banliyö trenine yetişmeye çalışıyorlardı. İçlerindeki iyi giyimlilerin aksanı da değişikti, muhtemelen Yahudi veya Ermeni idiler, Rumlar bağırarak konuşuyorlardı.
Merdivenlerin iniş tarafında ise bambaşka bir manzara vardı. Kasketli, yamalı pantolonlu kılıksızlar da ellerindeki tahta bavulla taşı toprağı altın İstanbul’a geliyorlardı. İstanbul’u ve denizi ilk defa gören bu insanların Haydarpaşa’nın merdivenlerinde yataklarını sardıkları denklerin üstüne oturup o müthiş manzarayı gördüklerinde yaşadıkları hayranlık, bir yazar için birkaç romana konu olacak malzeme yaratıyordu.
Mehmet, ağır ağır yerinden kalktı, merdivenleri çıktı, üzeri yarım kemerli çok büyük ahşap kapılardan geçerken bu binanın yaptırıcısı padişah Abdülhamit’i düşündü. Yüzyılın başında bu binayı Almanlar yapmışlardı, ama ne kadar güzel bir binaydı! Kapılar ve milyonlarca insanın üzerinden geçtiği döşemeler ilk yapıldığı haliyle kullanılıyordu. Neden biz böyle güzel binalar yapamıyoruz, dedi içinden. Eğer tahsilini bitirir mimar olursa kendi de bundan güzellerini yapacağına söz verdi.
Bu Haydarpaşa, romanlara şiirlere konu olmuş duygu dolu bir binaydı. Bütün ayrılıklar, nemli gözlerle trenin penceresinden el sallamakla burada başlar, bütün kavuşmalar bu garın taşlarında noktalanırdı. Demir yolları arasındaki peronlar geride bırakılanlar için hüznün, kavuşulacaklar için sevincin, bekleyenler için hasretin mekânı idi.
Mehmet kompartımana yerleşti, bavulunu üst rafa koydu parklardaki bankları hatırlatan ahşap sıraya oturdu gardan 5 kuruşa aldığı Ulus Gazetesini okumaya başladı. Başlıkta muhalefet lideri İnönü’nün ekonomik buhran dolayısıyla Demokrat Parti’ye yaptığı ağır ithamlar vardı. Merkez bankasında bıraktıkları 120 ton altını bu hükümetin har vurup harman savurduğunu söylüyordu Trenin kalkmasına daha bir saat vardı. Sanki erken gelmekle memlekete daha erken mi gideceğini düşünüp kendi kendine güldü!
Kırmızı şapkalı resmi üniformalı görevli, buralar benden sorulur edası ile bir ileri bir geri garda dolaşıyor, bir gözü saatte elindeki düdüğü çalacağı zamanı bekliyordu. Düdük çaldı, buharlı lokomotif büyük bir homurdanma ile etrafa sıçrattığı beyaz buharların içinden öne doğru fırladı, çaldığı ince düdük sanki ayrılıkların tüm İstanbul’a habercisi gibiydi. Şimdilik elveda İstanbul, gene görüşeceğiz.
Mehmet, tren Pendik’e girene kadar pencereden hiç ayrılmadı, Büyük bir dikkatle Göztepe Suadiye, Erenköy, Bostancı’daki koca koca bahçeleri içindeki beyaz köşkleri, bahçede salıncakta sallanan japone kollu muhtemelen Yahudi kızlarını, fal taşı gibi açılmış gözleri ile takip ediyor, Kayseri’de ailesine ve henüz İstanbul’u görmemiş arkadaşlarına neler anlatacağını planlıyordu.
Kompartımanda 8 kişiydiler. Kimi Ankara’ya, kimi Sivas’a, kimi Erzurum’a gidiyordu. Ufak tanışma seromanilerinden sonra ahbap oldular. Hepsi 2. Mevki biletine parası yetmemiş, asker, öğrenci, esnaf kişilerdi. Tren, İstiklal Savaşının yapıldığı Sakarya’dan geçerken Mehmet, bu vatanın ne şehitler verdiğini anımsayarak ilkokuldan evvel bir hafta gittiği mahalle mektebinde öğrendiği duaları okumaya başladı. Bir yandan da lokomotiften çıkan kömür parçacıklarının gözünde yarattığı acıyı gidermek için gözlerini ovuşturuyordu.
Çıkınlar açıldı, köfte ve dolma ikramları başladı. Mehmet hiç şikâyetçi değildi bu durumdan Ankara’ya doğru insanlar sıkılmaya başladı. Marmara’daki yeşil ve mavi tablo gitmiş, her iki tarafta yeni doğacak güneşin yarı aydınlattığı ağaçsız, ıssız, verimsiz çorak topraklar görülmeye başlamıştı. Gece olduğunda sarsıntıdan ve oturmaktan yorulmuş gövdeler birbirinin omzuna yaslanarak uyuma talimi yapıyorlardı. Gecenin saat 3,30’unda tren Kayseri’ye oflaya puflaya, yanlarından beyaz tepesinden siyah dumanlar çıkararak, hışımla girdi. Mehmet, zaten bavulunu eline almış kapıya yanaşmıştı. Kendi kendine düşündü neden bütün trenler Kayseri’ye hep gece yarısı girerlerdi? Kayseri’ye önemsemiyorlar mıydı acaba?
Mehmet, trenden indiğinde neye uğradığını şaşırdı! Yerde bir metreye yakın kar vardı, Müthiş soğuk bir rüzgâr yüzünü yaladı, bavulu tutan eli adeta sapa yapışmıştı. Birkaç kişi daha onunla beraber inmiş, hep beraber garın bekleme salonuna doğru bata çıka yürüyorlardı. Salona geldiler, yine Almanlardan kalma tarihi bir yapı, kalorifer petekleri düşmüş, banklardaki tahtalar kopmuş, elektriği kesik, perişan halde bir salonla karşılaşmışlardı. Diğer yolcular çıktılar, Mehmet’te garın şehir tarafındaki kapısından çıkarak, ilerde park etmiş haldeki faytonlara doğru yürüdü, Manzara anlatılır gibi değildi, yerler buz tutmuş iki adım atılamıyordu. Korkunç bir tipi, uğuldayarak esiyor, faytondaki atların yelelerini savuruyordu. Atlar, nefes aldıkça burun deliklerinden çıkan buhar, sanki başının etrafında bir bulut oluşturuyordu. Mehmet, faytonlara doğru yürüdü, fayton sürücüsü yerinde gocuğunun yakasını kaldırmış kafasına yün bir başlık takmış, yün eldivenli elleri atların gemini tutuyor sanki buzdan bir heykel gibi heybetli görünüyordu. Faytoncunun üst dudağındaki bıyıklar sarkıklar gibi buz tutmuştu.
Mehmet, etrafına bakındı. Yolcu olarak sadece kendisi kalmıştı, diğer yolcular faytonlara binmişler şehrin yolunu tutmuşlardı. Parkta sadece üç fayton vardı. Mehmet, bir faytona binecek diğer iki fayton bu soğukta saatlerce bekledikten sonra elleri boş evlerine dönecekler. Evlerine bir ekmek, atlarına bir kilo arpa almak için ertesi geceki treni bekleyeceklerdi. Mehmet, atları daha heybetli, sarı madenleri daha parlak faytona doğru yürüdü.
-Selamünaleyküm amca!
-Vaaleyküm selam evlat.
-Nerden geliyon evlat?
-İstanbul’dan amca.
-Talebe misin?
-Evet amca. Amca geçapıya gaça götürüyon?
(Burada Mehmet, aklını kullanıyordu. İstese İstanbul lehçesini çok güzel kullanırdı, ama pazarlık ederken kendisini çaylak sanmasın diye, Kayserili olduğunu hissettirmek istiyordu.)
-Atla, virirsin bi şey.
-Olmaz amca parasını söyle.
-Üç buçuk lira vir.
-Amca nirde bizde o para, iki buçuk olma mı?
-Oğlum arpanın kilosu 4 lira, bak ben bu soğukta 4 saattir yolcu bekliyorum.
-İyi de amca benim param o gadara yetiyo…
Bu diyalogda büyük bir insanlık dramı yaşanıyordu. Faytoncu reddetse belki diğer iki faytoncular kabul edecekler, bu paradan da olacak, faytoncuların hepsi reddetse Mehmet eve nasıl gidecek. Bu soğukta faytoncularla bir liranın pazarlığını yapan Mehmet’in de vicdanı rahatsız oluyordu.
-Atla oğlum hadi!
-Mehmet, faytona bindi, binerken faytona yandan baktı, faytonun tekerlekleri yoktu. 1950’li yıllarda Kayseri’de o kadar şiddetli kış olurdu ki, kar bir yağar en az dört ay kalkmazdı. Faytoncular da tekerlekleri söker, yerine kızak takarlardı. İstasyonun önünden, Düvenönü’ne doğru yola koyuldular.
Etrafta hiç kimse yoktu, yollar, tek katlı köhne evlerin damları, ağaçlar her şey bembeyazdı. Yarısı yanmayan sokak lambalarının ölü ışıkları, yerdeki bembeyaz örtü üzerinde soluk gölgeler oluşturuyor, ortama bir masal efekti (seslemesi) veriyordu. Devam eden tipiyle yağan kar taneleri, lambaların ışığına geldiğinde sağa sola, yukarı aşağı sanki dans ediyorlardı. Kayseri’ye mahsus granit taşından yapılmış köhne tek katlı evlerin siyah duvar taşları, karın beyazlığında kara lekeler oluşturuyor, ortamla müthiş bir tezat teşkil ediyor, bu tiyatro dekorunu tamamlıyordu. Ermenilerden kalma iki katlı yapılar, tipi arasından zor fark ediliyor, etraf adeta bir masal filmi platosunu andırıyordu. Sanki şehir terk edilmiş gibiydi. Ne bir ses, ne bir nefes duyulmuyordu. Arabanın kızakları epeyce sertleşmiş kar üzerinde tüy gibi kayıyor, atların nal sesleri bile duyulmuyordu. Gökyüzündeki yıldızlar öylesine parlıyordu ki, ay ışığı ile entegre olmuş (bütünleşmiş) ışıktan bir tavan oluşturmuşlardı. Yerdeki bembeyaz örtüye saçtıkları ışıkla ortamı gündüz gibi aydınlatıyordu. Mehmet, devetüyü paltosunun içinde büzülmüş, faytonun deri döşemesinin ucuna ilişmiş, hem titriyor hem de bu harikulade manzarayı şaşkınlıkla, biraz da memleketinin iyi taraflarını görmenin gururuyla izliyordu.
Sadece atların aksırık ve homurtusu, ara sıra kişnemesi duyuluyordu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. Arabacı ara sıra kamçısını havada şaklatarak bir daire çiziyor, kamçının sesi duvarlardan yankılanarak geri dönüyordu. Mehmet İstanbul görmüş, sinemaya da gitmiş bir kişi olarak kendi kendine:
-Bu ne müthiş manzara, keşke böyle bir film çekilse diye geçirdi içinden… Seneler sonra Dr. Jivago filminde aynen bu sahneyi göreceğini henüz bilmiyordu.
Bu manzara, yazı ile anlatılamaz ancak yaşanarak görülebilirdi. Sanki bu dünyada değil de bir kurgu filmin gökyüzü cennetinde gibiydiler. Bazı fantastik filmlerde gökyüzünde meleklerin çektiği arabalara binen insanları andırıyordu manzara.
Araba Keçikapı’ya yaklaştıkça tanyeri ağarmaya başladı. Arabanın biraz ilerisinde kasketli eli fenerli, beli hafif bükük bir adamın önce siluetini, yaklaştıkça da kendini gördüler. Gardan buyana gördükleri ilk canlıydı. Arabacı yukardan bağırdı:
-Selamünaleyküm Süleyman emmi! Sabah namazı için camiye gitmekte olan amca, kafasını bile çevirmeden arabacıyı sesinden tanıdı.
-Hayırlı yolculuklar İpraham Efendi.
Mehmet şaşırmıştı! Koca bir şehirde bir arabacı ile bir yaya isimleriyle birbirini tanıyorlardı. Ya koca İstanbul’da olsaydı. Kıs kıs güldü! Çarpık çurpuk yollardan geçerken arabanın iki kenarındaki sarı metalden yapılmış fenerlikler duvarlara çarpacak gibi oluyordu. Mehmet çocukluğunu hatırladı, bu sokaklarda met oynarken, buralar kendine nasıl da büyükmüş gibi gelirdi. Şehre girdikçe namaza kalkılan evlerin ölü ışıkları hafiften görülmeye başlamıştı. Uzakta öten horozların sesi ara sıra havlayan köpeklerin sesine karışıyor, masal platformunun fon müziğini oluşturuyorlardı.
Mehmet’in içi içine sığmıyordu. Evinden ilk defa ayrılmış, İstanbul’da üniversitede okumuş, denizi, Köprü’yü, Süleymaniye’yi, Kızkulesi’ni görmüş, hatta kızlarla bile arkadaşlık etmiş birisi olarak gururla dönüyordu memleketine. On dokuz yaşındayım diye başladı düşünmeye, önünde parlak bir hayat vardı, acaba mezun olduktan sonra neler görecek nasıl yaşayacaktı. Belli mi olur belki de yurt dışına bile gidecek oralarda mesleki formasyonunu geliştirecekti. Ailesini suyu elektriği olan bir eve taşıyacak, Hatice’sine liseyi bitirtecek, üniversiteye gönderecek, annesine de çok istediği halı tezgâhını alabilecekti.
Şimdi mışıl mışıl uyuyorlardır. Ben geleceğimi de bildirmedim. Sürpriz olsun istedim, görünce nasıl şaşıracaklar. Ah evim, ah memleketim. Mehmet’in cebinde üç buçuk lira kalmıştı. İki buçuk liraya pazarlık ettiği arabacıya üç buçuk lira verdi. Binerken pazarlık ettiğine de utandı! Ne yapsın, serde Kayserililik vardı. Pazarlıksız hiçbir şey olmazdı. Teşekkür edip arabadan indi.
Bavulunu alıp karın üzerinden bata çıka evinin sokak kapısına kadar yürüdü. Ermenilerden kalma Kayseri evlerinde yoldan önce geniş bir avluya girilir, buna ‘hayat’ denir. Hayatın sokağa bakan kapısında kilit olmaz, çünkü Kayseri’de hiç hırsızlık yoktur. Hayatta kışlık sucuk ve pastırma için inek kesilir, kaysılar kurutulur, pekmez kaynatılır, pestil yapılırdı. Geniş ahşap kanatlı kapısını açarak hayata girdi Mehmet… Hayret! Evin bütün ışıkları yanıyordu. Önceden benim geleceğimi haber mi almışlar nedir, diye düşündü. Olamaz… Hayatta karın üzerindeki bir sürü ayak izi uzanıyordu, kapının önünde de bir sürü Kapıya yaklaştı içerden sesler geliyordu, Hayırdır inşallah bu saatte, dedi. Daha yaklaştı, sesler bir ahenkli geliyor ve Türkçe değildi. Kuran okunuyordu, Mehmet’in boğazı düğümlendi. İliklerine kadar irkildi. Yoksa… Dedi.
Kapıyı çalmaya eli varmıyor, aklından geçenin olmaması için dua ederek tokmağa dokundu. Tık… Tık… İçerde sesler kesildi, hepsi gecenin bu saatinde geleni merak ediyorlardı. Kapıyı anası açtı, gözleri ağlamaktan morarmıştı, oğlunun boynuna sarıldı, hem ağlıyor, hem öpüyor hem de Mehmed’im! diye feryat ediyordu. Mehmet her şeyi anlamıştı
– Ne zaman? Dedi.
– Dün, dediler ikindi namazından camiden geldi, ben biraz kötüyüm, göğsümde çok ağrı var, şuraya biraz uzanayım dedi. Bir daha kaldıramadık.
Hatice ağabeyinin boynuna sarılıyor bozuk plak gibi ‘Abi, ben şimdi ne yapacağım, nasıl okuyacağım?’ diyordu.
Mezarlıktan döndükten sonra Mehmet uzun uzun düşündü. Onları bu vaziyette bırakamazdı, eğer İstanbul’a tekrar dönerse, onları kim geçindirecekti, kirayı nasıl ödeyeceklerdi? Hatice Üniversiteye gidecekti, nasıl okutacaklardı? Sonunda karar verdi. Canı gibi sevdiği okulunu bırakacak, Kayseri’de kalıp bir iş bulup çalışacaktı. Ama hiçbir mesleği olmayan adama kim iş verirdi. Sonunda uzaktan akraba oldukları Erkiletli Hasan Amca imdada yetişti. Mehmet’i koltuk kanepe yapan bir atölyeye çırak olarak yerleştirdi.
***
Ranzanın üstünde yatan Turgay, sömestr tatili sonunda dönemeyen Mehmet’in boş yatağına baktıkça içini hüzün kaplardı. Gerçi yatağı hemen doldurulmuş, yerini İstanbul Teknik Üniversitesi Makine’de okuyan İbrahim’e vermişlerdi. Ama Mehmet ile olan dostluğunu bir türlü bulamadı. Turgay’da gençliğini hiç yaşayamamıştı. Bütün hayatı okul, ders, yurt arasında geçiyor, biraz hayatın keyfini çıkarayım dese cebindeki para, hemen kendine getiriyordu! Okul tatil olur olmaz bir işe giriyor, önündeki bir yılın harçlığını biriktiriyordu. Okulu bitirip, askerliğini de yaptıktan sonra bir şirketin muhasebesine girmiş, yıllar geçtikçe şirketin genel müdürlüğüne kadar yükselmişti. Ama hep İstanbul’da kalmış, Kalamış’ta güzel bir daire de almıştı. Kayserili bir yakınının tanıştırması ile Sevda hanımla evlenmiş, bir oğlan bir kız çocukları olmuş, ikisini de okutmuş, kızı da evlendirmişlerdi, torun da yoldaydı. Hiç ticaret yapmamış kıt kanaat maaşıyla yapmıştı hepsini.
Bütün yaşamı boyunca Mehmet’in bir sözü hiç aklından çıkmıyordu. Bir gün ona: ‘Sen bir simitile bir gün geçirilmesinin ne demek olduğunu bilir misin Turgay? ’ demişti. Emekli olmuştu, artık hengâme bitmiş eski arkadaşları arama zamanı gelmişti.
***
İstanbul Levent’te holdinge ait bir binanın 19’uncu katında çok kaliteli eşyalarla döşenmiş geniş yüksek tavanlı bir salonundayız. Burası Kayseri’den beş yıl evvel taşınılmış holdingin genel müdürlük katı. Binanın güney cephesine konuşlandırılmış yere kadar inen camekândan İstanbul Boğazının o müthiş etkileyici görünümünün tamamı kapsama alanında.
Yerde el dokuması olduğu her halinden belli klasik bir Kayseri halısı, etrafında klasik koltuklarla bekleme yeri oluşturulmuş. Duvarlarda orijinal olduğu ilk bakışta anlaşılan çağdaş ressamların yağlı boya tabloları… Binanın yapım ve dekorasyonunun her detayında zenginlik ve ihtişam akıyor. Oturma gruplarının tam karşısına konulmuş büyük bir LCD ekranında şirketin faaliyetlerini anlatan çekimler ve animasyonlar gösteriliyor. Holdingin fabrikaları, satış bayilerini gösteren Türkiye ve dünya haritaları, yurtiçi ve yurtdışı üretim ve dağıtım tesisleri, sosyal sorumluluk projeleri dönüşümlü olarak oynuyor. Şeref köşesinde kurucuların ilk atölyelerinde çektirdikleri siyah beyaz fotoğraf agrandize edilmiş olarak asılmış, hemen altında süslü kenarlıklarla eski Türkçe harflerle yazılmış bir dua göze çarpıyordu.
Ekrandaki görüntüler bir sanayi ve ticaret imparatorluğunun inanılmaz büyüme öyküsünü bütün detayları ile anlatıyor. Kayseri’de küçük bir mobilya atölyesindeki o zamanlar yeni bir buluş olarak algılanan, çekyat imalatıyla başlayan öykü, bugün yurt içinde ve yurt dışında onlarca fabrika, binlerce satış noktası, 19.000 çalışan ile 100.000 kişiye dolaylı gelir sağlayan bayi teşkilatına kadar uzanmıştı. Holding, mobilya sektörünün bir numarası olabilmek için, çok bilinen markasına rakipmiş gibi görünen ikinci ve üçüncü markaları da yaratmıştı. Mobilyanın dışında halı, yatak, kablo, enerji sektöründe de onlarca yatırımın sahibiydi. Holdingin ismini taşıyan Anadolu’da çok sayıda yurt, okul, kreş, sağlık tesisi de sosyal sorumluluk projeleri olarak sıralanıyordu.
Girişe yakın yerdeki oval masada güzellik yarışmasında finale kalmış gibi duran, mini etekli sarışın sekreter, bütün nezaketi ile gelenleri karşılıyor, isimlerini sorup randevu defteriyle karşılaştırıyor, bir yandan da iki dakikada bir çalan dâhili telefonlara cevap yetiştiriyordu.
-Efendim hoş geldiniz.
-Hoş bulduk kızım.
-İsminizi alabilir miyim?
-Turgay dersin kızım.
-Randevunuz Mehmet beyle mi, genel müdür yardımcımız Hatice hanımla mı?
-Mehmet beyle kızım, ama biraz eskiden alınmıştı.
-Ama nasıl olur beyefendi 2020 yılı şubat ayının tüm randevularında adınız yok, bilgisayara da geçmemiş.
-Kızım benim randevum 65 yıl evveline ait.
-Anlamadım efendim?
-Anlatsam da anlayamazsın ki.
-Peki, nasıl tanıtayım sizi?
-Üstte yatan Turgay, dersin.
-Efendim yine anlayamadım, özür dilerim.
-Sen bunları boş ver, kızım. Sıram gelince bana haber ver.
***
Altmış beş yıldır görüşmeyip ilk defa karşılaşan iki arkadaşın birbirine sımsıkı sarıldıklarında her ikisinin de omuzları gözyaşlarından ıslanmıştı! ”
Online Bilgi İletişim, Sanat ve Medya Hizmetleri, (ICAM | Information, Communication, Art and Media Network) Bilgiağı Yayın Grubu bileşeni YAZAR PORTAL, her gün yenilenen güncel yayınıyla birbirinden değerli köşe yazarlarının özgün makalelerini Türk ve dünya kültür mirasına sunmaktan gurur duyar.
Yazar Portal, günlük, çevrimiçi (interaktif) Köşe Yazarı Gazetesi, basın meslek ilkelerini ve genel yayın etik ilkelerini kabul eder.
Yayın Kurulu
Kent Akademisi Dergisi
Ayın Kitabı
Yazarlarımızdan, Nevin KILIÇ’ın,
Katilini Doğuran Aşklar söz akıntısını öz akıntısı haliyle şiire yansıtan güzel bir eser. Yazarımızı eserinden dolayı kutluyoruz.