Kim demiş, “Ateşle barut yan yana durmaz.” diye?
Niçin duramayacakmış; pekâlâ durur.
“Biri yakıcı, öteki yanıcıdır. Bilmiyor musun sen bu gerçeği?” diyenler olacaktır. Herkesin bildiği doğa yasasını ben de bilirim elbette.
Bilirim de niçin mi itiraz ediyorum?
Ben de size sorayım: Yerçekimi var diye kuşlar uçamıyor mu?
Balonları, paraşütleri bırakında uçaklara, helikopterlere ne diyeceksiniz?
Havuza, dereye, göle, denize attığımız en küçük birçakıl suyun üstünde kalmayıp dibe çökerken, binlerce yolcu ve tonlarca yük taşıyan vapurları, şilepleri görmüyor muyuz?
Buradan şunu anlıyoruz ki, aklını kullanan insan, doğa yasalarını dikkate alarak onları kendine yararlı hale dönüştürebilir.
1957’de Aksu Öğretmen Okulu’nda bütünlemeye kaldığım cebir dersi sınavını başarıyla geçip 5. sınıf öğrencisi olmuştum ya… Öykümüze buradan devam etmek gerekirken şu, “Ateşle barut yan yana durur mu, durmaz mı?” sorusu nereden ve niçin çıktı; diye merak etmekte haklısınız.
Biliyorsunuz; 1940 başlarında Aksu Köy Enstitüsü olarak kurulmuştu okulumuz. Amacı köy çocuklarını alıp 5 yıl eğittikten sonra köylere öğretmen olarak göndermekti.
Köy çocuğu deyince, niçin yalnız erkek gelsin ki akla? Dolayısıyla hem kız hem erkek öğrenciler alınmıştır; tüm köy enstitüleri gibi Aksu Köy Enstitüsü’ne de…
Bu okulların kurucusu Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ne iyi düşünmüşler de böyle yapmışlar! Ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ne iyi etmiş de var gücüyle desteklemiş onları!
Doğru bir yöntem olan bu karma eğitim, 1950’ye kadar başarıyla uygulanmış. 1946’da çok partili döneme geçilince, eski başbakanlardan Celal Bayar’ın kurup genel başkanlığını yaptığı Demokrat Parti (DP), iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’ni (CHP) halkın gözünden düşürmek amacıyla köy enstitülerindeki bu güzel uygulamayı, gerçekdışı olumsuz haberler ve öykülerle kötülemeye başlamış:
“Bizi seçerseniz, CHP’nin açtığı bu komünist yuvalarını kapatacağız. Oyunuzu bize verirseniz hem ezanı eskiden olduğu gibi Arapça okutacağız; hem köy enstitülerindeki kızlarımızın namusunu korumak için onların okullarını ayıracağız.” diyerek 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimi kazanmışlar.
Gerçekten de ilk yaptıkları iş, Atatürk’ün önderliği ile yaklaşık 15 yıldır “Tanrı uludur; tanrı uludur! Tanrıdan başka yoktur tapacak.” diye okunan o güzelim Türkçe ezanı yine Arapça okutmuşlar. Ve hemen arkasından, kız-erkek karma köy enstitülerini de “Kız Köy Enstitüsü”, “Erkek Köy Enstitüsü” olarak ikiye ayırmışlar.
Dolayısıyla ben 1953 sonbaharında Aksu Köy Enstitüsü’ne öğrenci olarak girdiğimde, bir tek kız öğrenci yoktu okulda. Sözgelişi İzmir/Kızılçullu Köy Enstitüsü’ndeki erkek öğrencileri, öteki enstitülere dağıtıp kızları Kızılçullu’da toplamışlar.
Kızılçullu gibi yalnızca kız öğrencisi olan birkaç köy enstitüsü daha vardı. “Kızılçullu’dan Aksu’ya gönderilmiş erkek öğrenci yok muydu?” diyecekseniz. Olmaz olur mu? Benim bildiğim, 5. sınıftaki âbilerimizden beş-on öğrenci İzmir dolaylarındandı. Sözgelişi okulumuzun futbol takımının başarılı kalecisi Şinasi Öz gibi, başarılı santraforu Debreli Hikmet de İzmirliydi. Kızılçullu’dan bu nedenle nakil geldiklerini çok sonra öğrendim ben.
Gelelim şimdi, Aksu’da 1957-1958 ders yılının başladığı gün, 5. sınıf öğrencisi Hüseyin Erkan ve sınıf arkadaşlarını heyecanlandıran sürprize:
Hiçbirimizin aklına gelmeyen, bırakın aklımıza gelmesini, aklımızın ucundan bile geçmeyen ne olabilirdi ki bu sürpriz?
30 Eylül 1957… Günlerden pazartesi… Tüm ülkede okullar açılıyordu o gün. Tatlı bir heyecan vardı içimizde. Çeyrek ekmek, bir bardak çay ve dokuz,on siyah zeytinden oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra genellikle ikili üçlü gruplar halinde dolaşmaya başladık; yemekhane önündeki alanda.
Her yıl olduğu gibi, sınıflarımıza girip derse başlamadan önce bir tören yapılacaktı; bayrak direğinin önündeki meydanda. Çok geçmeden tepedeki kampananın inleyen sesi, bu törene çağırıyordu bizi.
Yaklaşık 800 öğrenci toplanıverdik; birkaç dakika içinde o meydanda. Öğretmenlerimiz, müdür yardımcılarımız da… Müdürümüz Enis Türköz de gelince, İstiklal Marşıyla açtık töreni. Güzel bir konuşma yapan müdürümüz, “1957-1958 ders yılı hayırlı, uğurlu olsun. Hepinize başarılar dilerim.” diyerek bitirdi sözlerini.
Sınıflarımıza dağıldık. 5/A dersliğine giren her arkadaşım gibi, ben de şaşırdım birden. Hayal mi görüyorduk, neydi! Dersliğimizin ortasındaki en ön sıralarda güzel mi güzel bir kız oturmaktaydı.
Geçen dört yılda, bırakın bizim sınıfı, okulda tek kız öğrenci görmeyen bizler için inanılmaz bir şeydi bu! İyi de, “Kim bu kız? Nerden? Niçin bizim sınıfta?” der gibi, şaşkın şaşkın bakıp durduk birbirimize.
“Hoş geldin kardeşim. Kimsin sen? Niçin buradasın?” diye sorma cesaretini gösteremedik hiçbirimiz. Ne Hasan Çelik, ne Salim Koçak, ne Cevdet Can… Ne Seyfi Kubilay, ne Zekâi Önal, ne Muhammet Özkan…
İlk dersimiz, “Eğitim Psikolojisi” idi. Öğretmenimiz Şenay Can… Biraz sonra güler yüzle girdi kapıdan. Ayağa kalktık hep birlikte. Sınıfın karşısına geçip, “Günaydın gençler!” diye selamladı bizi.
Evet, artık 5. sınıf öğrencisi olarak çocuk değil, gençtik elbette biz! Ve ilk kez dersimize giren öğretmenimiz de kabul ediyordu bunu. Ön sırada oturan kız öğrenciyi görünce:
“Aa Şeyma, bu sınıfta okuyacaksın sen, öyle mi?” deyince anladık ki hepimiz, bir yanlışlık yoktu ve Şeyma idi arkadaşımızın adı.
Ve Şenay Can öğretmenimiz, Şeyma’nın kimya öğretmenimiz Selâhi Ertuğrul’un kızı olduğunu, Antalya Lisesi’nden naklen geldiğini, onun da bizim gibi öğretmen olmak istediğini açıkladı da öğrenmiş olduk gerçeği.
Mümkün mü sevinmemek! Yalnızca bu ders, yalnızca bugün değil, bundan sonra her derste bizimle birlikte olacaktı Şeyma!
Bundan daha güzel bir müjde, bundan daha güzel bir sürpriz başka ne olabilirdi?
Daha önceki dönemlerde böylesine bir sevinçle başlamamıştı; hiçbir ders yılımız.
34 erkek öğrencinin bulunduğu sınıfta güzel bir kız, bir yıldız!..
Otuz dört diken içinde bir gül!..
Kıskanmayınız lütfen, bizim de gülsün gönlümüz!