Gözleri kapalı ve yaprak gibi, solmuş bir halde bekliyordu. Ana ve babanın, yiyecek peşinde olduğunu zannediyordu. Acaba av mı olmuşlardı. Yoksa sevimli yavrusunu bırakır, bir damla suya muhtaç ederler miydi?
Yavru yuvada perişandı. Açlık ve susuzluktan, kafasını kaldırıp bakamıyor ve yan bile dönemiyordu. Çevreden en küçük bir sesten duyduğunda, cık cık diye ses çıkarmıyordu. Bir cık sesine ağacın altına giden kardeşim, ikinci dalın yaprakları arasında yuvayı gördüğünde sevindi.
Doğanın kucağında, bir garip yavru, büyüklerini bekliyor ve son demlerini yaşıyor, gibiydi. Tüyleri yeni çıkmaya başlamıştı. Annesine seslendiği cık cık sesi duyulmuyordu. Yuvada sanki kırmızı bir deri parçası uzanıyordu. Yavru, yaz günü de olsa üşümüşe benziyordu. Annesini özlemişti.
Kardeşim; veterinere sorup ona göre hareket edeceğiz. Şimdilik gagasına getirdiğimiz sudan damlattık. Sonra larva ve böcek parçalarını verdik. Yavru verdiklerimizi yuttu. Gagasını açmış, vereceğimiz besini yutmak için bekliyordu.
Hayat acımasızdı, yavru sesimize karşı, dönmeye çalışıyordu. Veterinerin dediklerini aynen uyguladığımız için, biraz olsun kendine geldi. Yuvasını düzenledik, içine yosunları koyduk. Sonra çeten denilen yere yerleştirdik.
Yavru sesimizi anası gibi tanıyordu. Tüyleri çıktığı için “alakarga” olduğunu anladık. Veterinerin verdiği ilaçları ihmal etmedik ve yavru gelişmeye başladı. Onu çimene çıkarıyor ve gezdiriyorduk.
Köpek ve kedimizden sonra bir de alakargamız olmuştu.
Yavruyu omuzumuzda tutuyorduk. Ayaklarını yıkıyor ve serinliyordu. Çimende köpeğin sırtında oynuyordu.
Babam hayvan dersin, insan yavrusu gibi eğitilmiş, diyordu.
Alakargayı bırakmanın zamanı gelmişti ama gitmiyordu. Çetenin kapısını kapatıyor ve sabah açıyorduk. Yemini yediriyorduk. Artık büyümüştü, kendini koruyacak duruma gelmişti.
Meyvelere ilaç vurulunca alakargayla aramız açıldı. O günlerde üç beş gün gelmeme, gibi kaçamak yapıyordu.
Ana ve babası gibi, bir gün gitti ve gelmedi.
Hasan TANRIVERDİ























