Son yıllarda insan diyeti yapar olmuştum. Acaba yaşım gereği mi çok alıngandım?
Yoksa karakterim gereği mi tepkiseldim?
Geçen gün bana mesaj atmışsın:
“Aylardır, seni arıyorum bana yanıt vermiyorsun. Akşam sahilde yürüyüş yaparken sana tesadüf etmiştim ve merhaba, demiştim. Sen buz gibi bir ifadeyle öyle baktın bana.Sana yanlış bir şey mi yaptım?”
.
Aslında yıllar önce senden beklediğim bir soruydu. Lakin artık çok geç.
Sana niçin arkamı döndüm, biliyor musun?
…
Bilmiyorsun tabii.
Sormadın. Sorsaydın, cevabını alırdın. Ama eminim ona da bir kulp bulur, dilimle bin bir dereden çakıl taşı taşıtırdın bana…
Ben eğer birine selam vermeyip başımı çeviriyorsam, mutlak ciddi bir nedeni vardır.
Anımsa!
Bir gün seninle kordona kadar yürümeye karar vermiştik. Yürüyüşümüz tam sona yaklaşırken, ameliyat sonrası gelişen bir tablo yüzünden, birden lavaboya gitme ihtiyacım olmuştu. Çevremde hiçbir yerde lavabo göremiyordum. İdrar kesem öyle şişmişti ki, sancıdan kıvranıyordum.
Nihayet meydana yaklaşmıştık ki, küçük bir kabin gördüm. Üzerinde kadın şapkası olan kapının koluna asılıp durdum. Kapı açılmamıştı.
Alaysı bir gülüş uzatıp;
“Canım 2 lira atmadan çalışmaz ki…” dedin.
Çantama telaşla el attım… Cüzdanım yoktu!
“Çantamı feğiştirdim ya diğerinin içinde kalmış cüzdanım…” dedim.
O an sana baktığımda, beni gülümseyerek izlediğini fark etmiştim!
Zor durumda kalmış birine öyle bir gülüş uzatmak, hiç de etik değildi. Zaten senden o 2 lirayı istemeye dilim hiç varmadı.
Beni anlayacağını, hele ki evimde günlerdir ağırladığım dostum olarak, empati göstereceğini sanmıştım. Ama yanıldım.
Bakışların üzerimdeydi, hiçbir şey söylemedin. Ben de çaresiz, meydanı taramaya başladım. Derken deniz kenarında bir kafe gördüm. Koşar adımlarla içeri girdim, garsona yalnızca “az izin” diyebildim. Lavaboya kendimi zor attım.
İşim bittiğinde ter içindeydim. Yüzümü yıkadım, nefes aldım. Garsona teşekkür edip dışarı çıktığımda derin bir “oh be!” çektim. Az ileride telefonuyla meşgul seni görünce yanına vardım.
Beni görünce gülümsedin.
“Rahatlamış görünüyorsun,” dedin.
Sana sadece, “Evet… meğer cennet benim içimdeymiş,” dedim.
Bunun üzerine gülerek,
“Öyleyse sana dondurma ısmarlayayım, miden de cenneti yaşasın,” dedin.
Gücenmişliğimi belli etmedim.
“Hayır, benim konuğumsun, ben ısmarlayayım,” dedim.
“Ama senin paran yok ki…”
“Banka kartım var canım, az önce kulübede kullanamadığım hani…”
Sevinmiştin.
“Hadi o halde sen ısmarla. Bak, Roma Dondurmacısı az ileride. Ama Mado’nunki daha mı iyi olur, ne dersin?”
Fısıltıyla yürüdüm :
“Canı kaymak isteyem mandayı yanında taşır! Az ye de uşak tut!”
Arkadaşım:
“Ne dedin, ne dedin? Dondurma manda sütüyle mi yapılıyor?”
İçimden “la havleler” çekiyordum.
Eşim hep derdi:
“Bir insanı üç yerde tanırsın; yolculukta, içki masasında, borç alıp verirken…”
Ertesi gün, evimde hiçbir harcamaya ortak olmayan, dokuz gün boyunca ağırladığım arkadaşım kahvaltıdan sonra bana dönüp bir de şunu demedi mi:
“Erkek arkadaşım Almanya’dan gelecek: Birkaç gün daha sende kalabilir miyiz canım?”
Yanıtım sert olmuştu:
“Evim apart pansiyon değil canım! Sahilde senin kriterlerine uygun butik oteller var.”
Sesim o kadar yüksekti ki, pılını pırtısını valizine tıkıp gitti.
Ve gidiş o gidişti. Onu bir daha hiç görmedim.
Gönül defterimden bir isim daha silmiştim…
Emine Pişiren/ Akçay























