1300’lü yıllarda Avrupa’da baş gösteren şiddetli kuraklık ve açlıktan dehşet verici sahne:
“… Şiddetli yağışlardan ötürü ve tarlalardaki ürünlerin güçlükle kaldırılabilmesi, çoğu yerde de yok olup gitmesi yüzünden, buğday ve tuz kıtlığı yaşandı. İnsanların sağlığı bozulmaya başladı ve sakatlıklar oluştu. Her gün o kadar çok insan ölüyordu ki, ortalık kokudan geçilmez oldu. İrlanda’da acı günler 1318’e değin sürdü ve alabildiğine şiddetlendi, çünkü halk kilise avlularındaki mezarlardan ölüleri çıkarıp yediler… Polonya ve Sibirya gibi Slav ülkelerinde kıtlık ve ölümler 1319 yılında bile kol geziyor ve yamyamlığın hâlâ gündemde olduğu söyleniyor. Anne babalar çocuklarını, çocuklar anne-babalarını parçaladılar ve idam edilmiş suçluların cesetleri sehpalardan kapışıldı…’’ [1]
Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur” sözünün niçin söylendiği anlaşılmakta, bu ifadenin Avrupalı için ne kadar doğru olduğu görülmektedir. Yine başka bir anlatımla:
“…1308–1332 yılları arasında Avrupalıları bir deri bir kemiğe döndüren kıtlıklar, insanları ısırgan otu, güvercin pisliği, hatta çocukları yemeye zorladı. Birçok şehirde kedi ve köpekler kazanlar içinde yok olurken, aç kalabalıklar katillerin ve hırsızların etlerini kapışmak için darağaçlarına koşuşturdu. Öyle ki bu süreçte Papa 4. Clement’in ölü sayıcılarının tahminine göre, 1348–1351 yılları arasında büyük ölüm yamyamlığı, 23.840.000 insanı ortadan kaldırdı. Bu rakam Avrupa nüfusunun %31’ini oluşturuyordu…’’[2]
Özellikle, veba salgını ile gelen ölümler Avrupa’da yayıldıkça, korku dolu insanlar öfkelerini Yahudileri yakarak çıkarmaya çalıştılar. Ortaçağ’da birçok meslekte çalışmaları yasaklanmış olan Yahudiler; rehincilik, tefecilik ya da mezar kazıcılığı gibi işler yapıyordu. Katolik krallar ve kraliçeler, yüzde 20 faizin bıraktığı kârın büyük kısmına el koymalarına rağmen, bütün kızgınlığın Yahudi tefecilere yönelmesine ses çıkartmıyorlardı. İsterik veba kurbanları, Yahudileri kuyu sularını zehirlemek ve havayı bozmakla suçladığında, borçlular ve yoksullar Yahudileri kitleler halinde öldürmeye başladı. Basel’de, Hristiyanlar kuyu zehirleyici olarak gördükleri birkaç yüz Yahudi’yi yakmak için tahtadan özel bir ev yaptı. Bazı şehirlerde, Katolik rahipler Yahudileri yakmadan önce kazıklara çiviledi, bazıları Yahudileri şarap fıçılarına kapatıp Ren Nehri’nin sularına attı. Yahudiler ise genellikle kendilerini yakarak, can koparmaya hevesli cellâtları işsiz bıraktı. 1351’de, “Büyük Ölüm” hadisesinden yalnızca iki yıl sonra, Orta Avrupa’da neredeyse hiç Yahudi kalmamıştı.[3]
Bütün bu süreç içerisinde Hıristiyan Avrupa önce kendi kendini sömürgeleştirme işini tamamlamıştır. Dini sınırlarını gelecek beş yüzyıl için saptamıştır. Yakalamış olduğu ilk fırsatta kendi içindeki ötekilere kefen giydirmeyi seçmiştir.
1492 yılı tüm dünyayı derinden etkileyecek olan büyük değişimlerin anahtarlarıydı. 1492 yılında Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği..![4], Sefarad Yahudilerinin İspanya’dan sürüldüğü ve Endülüs’ün son kalıntısı olan Müslüman Granada Devleti’nin yok edildiği yıldı. İspanyol Yahudilerinin sürülmesi ise belki o kadar dikkat çekmeyen, ancak çok önemli sonuçlar doğuran bir olaydı.
Nitekim Müslümanların durumu 1494’ten itibaren bozulmaya başlamıştır. 1499 yazında Granada nüfusunun ezici çoğunluğu hala Müslümanlardan oluşmaktaydı. Hıristiyanların burada hala serbestçe yaşadıklarını fark eden Katolik krallar, sadık dostları Talevera’yı görevden almışlar ve yerine Cisneros’u geçirmişlerdir. Cisneros vakit kaybetmeden Müslüman çocukları vaftiz ettirmiştir.[5]
Müslüman Granada Devleti’nin yok edilmesi ve içindeki Müslümanların kılıçtan geçirilmesi büyük bir yıkım gerçekleşti. Avrupa’dan İslam kazınmıştı. Endülüs Emevileri’nin İber Yarımadasında kurdukları büyük medeniyetin son kalıntısı olan Granada, 15. yüzyıl da İspanya’yı saran “yeniden fetih” çılgınlığının kurbanı oldu.
- yüzyılda İspanyolların büyük bir çoğunluğu Müslümanken, 1600’de, İspanya nüfusunun sekiz milyon olduğu tarihte, Hıristiyanlaştırmaya karşı direnişi sürdüren Müslümanların yalnızca sekiz yüz bin dolaylarına inmişti. Bunlardan yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika’ya gönderilmek üzere yurtlarından atılmış, dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk şartlarında hayatını kaybetmiş ve bunların servetlerine el konulmuştur.[6]
Bu süreç içerisinde yapılan katliamlar sadece Müslümanlar üzerine olmamıştır. Benzeri vahşete Yahudiler de maruz kalmıştır. Şu satırlar mevcut durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir:
“…İsrailoğullarının İspanya’daki sayıları, ihtişamlarının yağmalandığı yılda üç yüz bindi. Gayrimenkul ve menkul servetlerinin ve yaptıkları bol miktardaki hayrın değeri binlerce kere bin saf altından daha fazlaydı. Bu zenginlikleri felaket günleri için saklıyorlardı. Bugün sürgüne gönderilmemizden ve harap edilmemizden dört yıl sonra her şey acı bir şekilde sona erdi. Çünkü onlardan yaklaşık on bin erkek, kadın ve çocuk kaldı. Zenginliklerini ve doğdukları ülkeden kendi elleriyle getirdikleri her şeyi sürgün yerlerinde bitirdiler…”[7]
Bu dönemde Yahudilere dünyanın hiçbir yerinde yaşama imkânı tanınmazken, onlara sadece Türklerin kucak açmaları oldukça dikkate değerdir. Zira Osmanlı İmparatorluğu ıstırap içerisindeki bu insanlara şefkat elini bir an bile tereddüt etmeden uzatmıştır.
Yaşanan hüzün dolu sahneler, sadece bu yüzyıllara ait değildir. Oldukça yakın sayılabilecek tarihlerde bile bu ve benzeri sahneleri görmek mümkündür Nitekim 1780’li yıllardaki Paris, hiç de geçmişi aratmamaktadır:
“…Paris’te 1780’li yılların ötesinde, her yıl ortalama 20.000 kişi ölmektedir. Bunların 4000’i hayatlarını hastahane’de bitirmektedir. Kaba bezlerin içine dikilen bu ölüler Clamart’ta sönmemiş kireçle sulanan ortak bir çukurun içine karmakarışık bir şekilde gömülmektedirler. Gerçekte, her gece sürüklenen ve Hotel-Diev’den ölüleri güneye doğru taşıyan el arabasından daha ürpertici ne vardır? Çamura bulanmış bir papaz, bir çan, bir haç, fakirlerin gerçek konvoyu budur. Hastane burada her şey sert ve kötüdür. 5000 veya 6000 hasta için 1.200 yataklar. Yeni gelen, bir cesedin yanında yan yana yatırılacaktır. Ve hayat, henüz başlangıcında daha cömert değildir. Zira Paris 1780’e doğru, 30.000 kadar doğumdan 8.000 kadar terkedilmiş çocuk kaydetmektedir. Bu çocukları hastaneye bırakmak bir meslektir, adam bunları sırtında, içine üç tane alabilecek örtülü bir kutuda taşımaktadır. Çocuklar kutunun içinde kundaklanmış olarak ayaktadırlar, yukarıdan nefes almaktadırlar. Taşıyıcı kutusunu açtığında çoğunlukla bunlardan birini ölü bulmaktadır; yolculuğunu diğer ikisiyle tamamlamaktadır ve elindekilerden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır ve hemen ekmek parası olan işine yeniden başlamak üzere geri dönmektedir…” [8]
Fransa’da bu son derece acı sahneler yaşanırken, tartışılan çözüm önerileri de en az yaşananlar kadar dehşet vericidir. Zira 1783 yılında Ticaret Odası temsilcileri, “nüfusun büyük bir kısmını yok etmek üzere İngiltere’den belli sayıda kurt getirilmesine yönelik, birkaç yıl önce verilmiş bir öneriyi tartışmaktadırlar.[9]
Bu ve benzeri sahnelerin daha nicelerini tarihin sayfaları arasından hiç de zorluk çekmeden bulabilmek mümkündür. Avrupalı sadece kendi içerisindekileri değil, dış dünyadaki ötekileri de katletmekten de çekinmemiştir.
[1] Jean Gimpel, Ortaçağda Sanayi Devrimi, Çev. Nazım Özüaydın, Tübitak Yayınları, Ankara, 1996. s. 200-201.
[2] Andrew Nikiforuk, a.g.e. s.70.
[3] Andrew Nikiforuk, a.g.e. s.73.
[4] Amerika kıtası, çok daha önceden bulunmuş olmasına rağmen, asırlar boyu bu kıtayı yeni “keşfetmiş” bir kişi
olarak tanındı.
[5] Jacques Attali, a.g.e. s. 233.
[6] Cemal Bali Akal, Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı, Dost Kitabevi, Ankara, 2010. s. 44.
[7] Jacques Attali, a.g.e. s.185.
[8] Fernand Braudel, Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, 15. ve 18. Yüzyıllar, Gündelik Hayatın Yapıları, Cilt: 1, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara, 1993. s.17.
[9] Fernand Braudel, a.g.e. s.48

















