Sabahları vaktinde uyanamamaktan korkmamak, yemek yerken peşinden koşturan varmış gibi yememek tatilin en güzel yanları bence…
Bir anda ağır çekime giriyor hayat. Böylesine bir atmosfer yakalamışken insan değerlendirmek istiyor.
Adana’nın merkezine yakın bir tesise gidiyoruz. Koşullar uygun, geziyoruz. Öğreniyorum ki kırk dönüm üzerine kurulmuş. Kışın ortası ama yemyeşil bir bahçesi var. Turunçgillerin envai çeşidi dallarda renk renk. Büyük boş havuz bile kimsesizliğine rağmen üzgün görünmüyor. Belki çevreye serpiştirilmiş bungalov tipi odalardan, belki orada kalan misafirlerden terk edilmiş hissetmiyor kendini.
Konuklarla ve tercih sebepleri ile ilgili çok şey öğreniyorum. Anlatan konuşmayı seviyor, ben dinlemeyi…
Diyor ki “Neden Adana’nın en büyük iki oteline gitmeyip buraya geliyorlar biliyor musunuz?”
Merak ediyorum cevabı. “Yaşanmışlık yüzünden” diyor.
Açıklıyor. “İnsanlar artık peyzaj mimarlarının elinden çıkmış mükemmel simetrideki bahçeleri görmek istemiyorlar. Veya hiç insan yaşamamış gibi görünen gri, beyaz, ruhsuz, lüks odaları. Sahicilikten uzak olan her şey onları mutsuz ediyor.”
Ekoloji atölyesinde öğrendiğim; ağaçların kökleriyle oluşan dünyayı, oradaki iletişimi hatırlıyorum. Demek ki diyorum,tahmin ettiğimden çok daha hızlı insanlar doğala, doğruya yöneliyorlar…
Bir süre daha gezindikten sonra içimde geleceğe dair yeşeren umutla, mutlu bir şekilde ayrılıyorum mekandan…





















