Babam sedat
KOĞUŞTA KOMİNİST ŞAİRLE
Henüz yedi yaşındaydı babasını kaybettiğinde… O acı kayıptan sonra annesinin kanatları altında büyümüştü. Varlıklı bir aile çocuğu olmasına rağmen bazı nedenlerden dolayı yetimlikten başka yoksullukla da mücadele edecekti.
Köyünden uzakta günü birlik işlerde çalışıyor; bir şekilde ayakta kalmayı beceriyordu. Hayatını kazanmaya başlamıştı başlamasına; ama bu defa kara sevda çalıyordu genç çocuğun kapısını. Bir baltaya sap olmak için çeşitli arayış ve bunalımlardan sonra kamyon şoförü olmaya karar verince sevdiği kızı istemişti babasından.
Yeşile sevdalıydı tıpkı o kıza olan sevdası kadar. Dere kenarında bahçe içinde küçük bir ev tutmuştu kendine. Küçük bir cennet sayılırdı evinin konumu. Derleme toplamaydı eşyaları. Ama kazandıkça yenileyecekti hepsini. Kızın babası ilk önce “ Şoför parçasına kız verilir mi?” diyerek ayak diretmişti. Nahiyenin ağaları, beyleri, hatırı sayılan eşrafı, bu yakışıklı çocuğu başgöz etmek için el birliği yaparak, minnet ve ricalarıyla kızın babasını ikna etmişlerdi. İki yürek birleşerek bir yuva oluşturacaklardı.
Uzun ve zorlu geçen aşk mücadelesi tatlıya bağlanmış, dünya farklı dönmeye başlamıştı artık. Yürek atışlarının normal hızına dönmesi mümkün değildi Genç Adam için. Sevdiği kızla hayatını birleştirebilmek uğruna girdiği zorlu mücadelenin ardından çiçeği burnunda nişanlıydı artık. Yakışıklı yağız delikanlı sevincinden dört köşeydi. Şansının artık yüzüne gülmüş, kara talihinin alnından silinmiş olduğu inancındaydı. Devir sürüp gitmiyor, bazen şans gülebiliyordu fakirin yüzüne. Nişanlısını görme planları yaparak çeviriyordu direksiyonu. Yedi yaşından beri yetim büyüdüğü için feleğe kahırlıydı; ama bu defa barışacaktı felekle. Çünkü kaderi onun alnına canından daha kıymetli bildiği birini yazmıştı.
Neşesinden uçuyordu ama nikah gününden sonra henüz görmemişti nişanlısının yüzünü. Onunla bir saatlik başbaşa kalabilmek uğruna ne verilmezdi? Ne yazık ki, öyle bir meslek seçmişti ki hayatını kazanmak için; ömrünün çoğunu yollarda geçirmek zorundaydı.
Hayaller içinde yol alırken dağlar arasında kıvrılan virajlı yollarda, üstelik zemheri ayında ayazla boğuşmak bile zevkliydi artık. Kara kış kesiyordu yolları. Günlerden birgün ucube yollarda zorlu mücadele içinde ilerlerken, Kahramanmaraş’ın Saraycık mevkiine geldiğinde birden ne olduğunu anlayamadan sarsılmaya başladı. Kamyonun paldır küldür şarampole devrildiğini hastanede gözünü açınca anlamıştı. Kendisi yaralı olarak kurtulsa da kamyonun üzerine aldığı yolculardan üç kişi olaydan kurtulamamıştı. Elleri kelepçeli, başucunda jandarma ile hastane ve mahkeme arasında götürülüp getirilirken, mahkeme onu dokuzda sekiz suçlu bulduğu için, iki sene hapis cezasına çarptırmıştı Sedat’ı. Saçlarının arasına ve vücudunun muhtelif yerlerine sayısız dikişler atılmış, kolu alçıya alınmıştı. Hastanede geçirdiği bir aydan sonra yaraları iyileşir iyileşmez ver elini hapishane demişti başucunu bekleyen jandarmalar ona.
Alnında, kafasında ve kollarında onlarca dikiş yarasının acısını bile hissetmiyordu. Hapishane hayatı önemli değildi; delikanlıydı ne de olsa yatıp çıkardı bir şekilde; ama serde sevda vardı. Nişanlısı burnunda tüterken onca zaman nasıl yatacaktı taş duvarlar arasında? Ziyaretine gelen annesine parmaklıklar arkasından yalvarıyordu nişanlısını da gelirken getirmesi için. Fakat ne mümkün, izin verip gönderir miydi kızın babası ta Kapıdere’den Elbistan Hapishanesi’ne? Zaten gönülsüz vermişti kızını. “Baldırı çıplak bir oğlana kız veremem!” diyen kızın babasına teklif edilecek bir şey değildi bu.
Sevdasıydı ona fakirliğini unutturan ve onu çocuk gibi ağlatan. Başını hapishane duvarlarına vurarak ağlayışını koğuştaki kader mahkumlarından başka göreni duyanı yoktu. Annesi aracılığıyla nişanlısından birkaç kez mektup almıştı sadece.
Yakışıklı olduğu gibi masum yüzlüydü Sedat. Koğuş arkadaşları onu koruyup kollayarak, kimisi abilik, kimisi babalık yapıyorlardı ona. Hasret çilesi çeke çeke alışmak zorunda olduğu taş duvarların havasına zamanla uyum sağlamıştı mecburen. Ayağında siyah şalvar, üzerinde yakasız mintan, iki yana burkulmuş bıyıkları ve elinde otuzüçlük tespihiyle nişanlısına göndermek için hapishaneye gelen fotoğrafçıya pozlar veriyordu saçlarını yağlayarak. Koğuşta sahip olduğu tek varlığı olan yırtık ve yamalı yorganıydı. Yatağına uzanarak verdiği pozları, ziyaretine gelen annesiyle gönderiyordu nişanlısına. Sevdiğinden gelen resimler, ucu yanık mektuplar su serpiyordu yanık bağrına.
Koğuşta pislik ve kasavet içinde geçmek bilmeyen inatçı vakti öldürebilmek için boncuk örerek, kitap okuyarak vakit geçirenler olduğu gibi kibrit kutusunda bit besleyerek yarış yapanlar da vardı. Kumar oynamak için iskambil kağıdı bulamayan kumarbazlar, saçlarından topladıkları bitleri kibrit kutusunda besleyip büyütüyorlardı. Kibrit kutularında palazlanıp büyüyen bitlerle kumar oynamaktaydılar. Yere çizdikleri dairenin içine bitlerini koyarak oyunu başlatıyorlar; elemeler, finaller sonunda büyük yarış saati heyecanla bekleniyordu. Oyunun kuralı; kimin biti çemberin dışına önce çıkarsa o kazanacaktır. Bitlerin ağır hareketleri nefesler tutularak izleniyor, ”Haydi aslanım, haydi koçum!” Tezahüratıyla bitler gayrete getiriliyordu. Yarış sonunda bir paket sigarayı kimin biti kazanırsa onun sahibi muzaffer kumarcı olarak tüttürecekti sigarasını.
Bir gün koğuşun gıcırtılı kapısında beliren gardiyan, Sedat’ı hapishane müdürünün görmek istediğini söyledi. Bunu duyan diğer mahkumlar, genç çocuğa af gelmiş olabileceği umuduyla birbirlerine gülümsediler. Sedat’ın umudu da aftan yanaydı. Birkaç ay önce Başbakan Adnan Menderes’e mektup yazarak af dilenmişti ondan. Dayanacak gücünün olmadığı için ona kul kurban olarak minnet etmişti erken tahliye olmak için… Belki de suçsuzluğu anlaşılmıştı… Oysa hapishane müdürü genç çocuğu teselli amaçlı kısa bir sohbete çağırmıştı o gün.
Günler hüzünle ilerleyip giderken, bir gün koğuşa boylu poslu birisi katıldı. Oldukça bilgili ve babacan, oldukça ağzı laf yapan biriydi bu gelen. Koğuşun yeni üyesi düşünce suçlusu olarak aralarına katılan orta yaşlı bir şairdi. Sedat’ın ağlamaklı haline acıyan merhametli şair, ona kol kanat germişti. Nasihat yüklü hayat hikayelerinden anlatarak, şiirler okuyarak koğuştaki diğer mahkumlarla birlikte Sedat’ı da avutmayı başarıyordu tecrübeli şair. İsminin Hasan Hüseyin Korkmazgil olduğunu öğrendiği bu şair, fikir suçlusu olarak düşmüştü mapus damına. Koğuş arkadaşlarına evrensel insan haklarından, eşitsizliklerden, haksızlıktan dem vuruyor, her insanın özgür düşünmesi gerektiğinden söz ediyordu. Sedat’la da yakından ilgilenen babacan şair geldiğinden beri koğuştakiler tuhaf bir avuntu içine girmişlerdi. Ne yazık ki bu avuntu dönemi kısaydı. Sedat’ın ruhu tam sükuna erip ısınmaktayken, onu kendine meftun eden bu şairin tahliye haberi yankılandı taş duvarlarda.
Babacan şair özgür kalacağı haberine sevinemiyordu Sedat yüzünden. Özgürlük haberi, boğazına dizilen bir lokmaydı ve yutamıyordu. Onu bu halde bırakıp çıkmak zor gelecekti merhametli şaire. Giderken kalemine sarıldı ve son ninnisini genç adama armağan etti…
Sedat onun umut dolu dizelerini, hafızasına nakşederek ömrünün sonuna kadar şairine vefa adına saklayacaktı artık. Umudun ekmek olduğu çileli yıllarında bu şiirle avutacaktı yüreğini. Çilesini doldurup özgürlüğüne kavuştuktan sonra da nişanlısına, hatta yıllar sonra çocuklarına daha sonra da torunlarına ninni yerine bu şiiri okuyarak onları mışıl mışıl uyutacağı günleri hayal etti; kendisinin tatmadığı baba sıcaklığını çocuklarına misli misli vermek üzere…
***
Çocuklar!
Bir varmış, bir yokmuş, kovuşlar kokmuş
İçeri dar, dışarı bütün haşmetiyle bahar
Çocuklar!
Bakkı çıkmışız, bakki kapıdan
Hadi be Gardiyan, hoşça kal abi!
Taksi..!
Söyleyin çocuklar, en uzak yol hangisi?
Yakalar açık, dağlara çık!
Bağır,bağır kim ne karışır?
Dola o canım maviyi kollarına
Çek,çek,çek paramparça et getir
Kim ne karışır?
Yürüt be şoför, vitesle kuzum!
Viraj üstüne viraj,
Korna üstüne korna
Hep bir ağızdan meyhane türküsü söyleyeceğiz
Bu yurdun çocuklarına…
Kırıldı klaksiyon, sustu rüzgâr
Çıkar tabakanı ustam dumanı bol bir cigara sar!
Asuman Soydan Atasayar