Birçok şehrin girişinde, belediyelerin devasa yaptırdıkları “Şehrimize Hoş Geldiniz.” yazılı tabelalarını görürsünüz. Bu tabelalara başkanların anlı şanlı fotoğrafları ve isimlerini de eklemeyi ihmal etmezler!
Hanımefendi, bu şehirde kaç yıldır yaşıyorsunuz? Kırk yıl mı? Oh! Oh! Maşallah! Ya siz Beyim? Altmış yıl öyle mi? Dile kolay bir ömür vallahi! Allah sizlere sağlıklı ve uzun ömürler versin. Türkan Şoray, “Al Yazmalım, Selvi Boylum” filminde, “Sevgi neydi, emek miydi?” diye, kendi iç dünyası ile konuşmuştu. Ben de “Yaşamak neydi?” diye sorayım… Hatta şöyle sorayım, “Şehirde Yaşamak Neydi?”
Kim bilir nelerden kaçıp da insan ve beton yığınlarına kaynak oluverdik! Tarlanız ürün mü vermedi? Veya verdi de, simsarlar ucuza mı kapattı? ‘Tarlada çalışırlar.’ diye, çok çocuk olunca şaşırdınız mı? Hepsinin ayrı özlemleri oldu. Onlar da şehirliler gibi gezip tozmak, iyi eğitim alıp iyi giyinmek istediler. Ebeveynlerini sıkıştırdılar. Olmadı, olmadı… Bir türlü para yetmedi. Çocuklar büyüdüklerinde köylerinden şehre doğru kaçtılar. Üzüldünüz. Bir gece kafanızı o çift kişilik uzunca işlemeli yastığa başınızı koydunuz ve düşünmeye başladınız. Hatta düşünürken kalkıp arka arkaya sardığınız sigaranızdan içtiniz. Ve sonunda köy yaşamına noktayı koyup, neyiniz var neyiniz yok satıp bir kamyon arkasına yüklediklerinizle şehrin yolunu tuttunuz çocuklardan sonra…
Şehir Neydi?
Asfaltlarında araçların peş peşe gittiği, hatta gidemeyip mıh gibi dakikalarca yerinde çakıldığı bir yer miydi?
Yok! Yok! Şehir medeniyetti değil mi? İnsanlar kibar ve yardımseverdi! Güzel de konuşuyorlardı. Mağazaların vitrinleri albenisi dolu ürünlerle ışıl ışıldı… İnsanın giyeceği olmasa da, mutlaka alası geliyordu onları görünce… Böylesi bir yer miydi, şehir?
“Bu koca şehirde; kırk, elli, hatta daha fazla ömür geçti.” diyenlerinize bir çift sözüm olacak. Peki, bu ömrünüzü şehrinizde harcarken, yaşamın hakkını verebildiniz mi? Şöyle bir köşeye çekildiğinizde, “Çok iyi yaşadım. Eğlendim, güldüm, gezdim, sanatla ilgilendim. Birçok insan tanıdım. ” diyebildiniz mi? Bakışlarınızdan “Bu kadar maaşla nasıl yaşayayım?” dediğinizi anladım. O zaman “Hiç başka ülkeye tatile gittiniz mi?” diye de sormama gerek kalmadı.
Şehir ne demekti?
Sana emek ve ekmek veren yer miydi? Burada iş bulabildin mi? Yoksa gündelik üç beş kuruşla karnını ancak mı doyurabildin?
Peki, öyleyse şehir neydi?
Eğlence mekânların olduğu yer miydi? Burada haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eğlendiğin oldu mu? Orada dostlarınla; edebiyat, müzik, resim gibi sanattan sohbet ettin mi? Bir birinize Nazım Hikmet, Atilla İlhan ve Can Yücel gibi şairlerin şiirlerini fısıldadınız mı? Veya bir yazarın hangi kitabı hakkında konuştunuz?
Yapmadın veya yapamadın, değil mi? Sanırım tek eğlencen, evinde karın ve çocuklarını bırakıp, bir kahvehaneye gidip oranın pis havasında saatlerce okey ve pişti oynamaktı. Oh ne âlâ ne âlâ! Gelsin çaylar, gitsin boş gazoz şişeleri!
Şehir demek ‘Müze’ miydi?
Bak, ülkemiz, tarihi ile dünyaya örnek olabilecek güzellikte bir ülke iken bizler yaptığımız pis siyasete yoğunlaşarak bunun bile farkında değiliz! Söyleyin bakalım, en son ne zaman hangi müzeye gittiniz? Daha doğrusu şehre geldiğinizden beri hiç müzeye gittiniz mi? Tamam! Tamam! Anladım yine bakışlarınızdan! “Tövbe… Tövbe… Parayı bulduk da gitmedik mi?” dediniz. Haklısınız, aldığınız belki asgari ücretle buralara gitmek hayal olur. Onu biliyorum. Ancak öyle aileler var ki, “Kitap alamıyorum, müze gibi etkinliklere para bulamıyorum” derler, ancak bir bakarsın, giydiği gömlek marka, saati marka, onu marka bunu marka! Ya bir gün de bir gömlek alma da, biraz kültürün artsın!
Şehirde yaşadığını söylüyorsun. Bir hafta sonu çoluk çocuğunla bir kitabevine uğradın mı? Çocuklarına kitapları tanıştırıp sayfalarını koklattın mı? Veya “Onlara kitap aldım. Bir de kendime alıp, evin balkonunda çayımı içerken şöyle keyifle okuyayım.” dediniz oldu mu? “ Yine sert sert bakanlarınız oldu. Anladık ya!Bakmayın öyle sert! “Sen ne söylüyorsun ya! Ben gazete almaya para bulamıyorum!” diyorsun. İyi de kardeşim, evinde eşin güzel ev yemekleri yaparken, sen çocukların kolundan tutup her hafta AVM’lerin trans yağı kokan hamburgercilerinden çıkmıyorsun! Çocuklara ödül verdiğini mi zannediyorsun! Yanlış yapıyorsun. Onları bir hafta da, bir kitapçıya götür. Belki okuduğu satırlar, onun geleceğini değiştiriverir.
Biliyorsunuz, bizler medeniyet trenini kaçırmış bir milletiz. Savaşlardan yorulmuş, yokluklar içinde mücadele veren bir nesiliz. Birimiz başarılı olmak üzereyken, hoop.. ayağından çekiveren bir milletiz. Ne kahramanlarımızı biliriz ne de onun yaptığı hizmetlerin kıymetini! Ya saçımızla ya giydiklerimizle birbirimizi değerlendiririz. ‘Karşımızdakinin beyni nasıldır?’ diye hiç düşünmeyiz. Yeter ki, bizim fikirlerimiz ve görüşlerimize uymasın! Onu evelallah bir çırpıda terörist ve vatan haini bile yaparız! Empati yapmak bizim kitabımızda da yoktur!
Ne demiştik, ‘medeniyet trenini kaçırmıştık.’ Bazılarınız, ‘Ya öyle söyleme!” diyorsunuz. Ben de “Evet öyle!” diyorum. Neden mi? Bir trafik olayında bile hep birlikteliği yakalamadık. Bak çevrene, evde, iş yerinde ve sokaklarda saygısızlık almış başını gidiyor. Yalan, dolan, yalakalık, insanların boynunda bir madalyon gibi takılı kalmış. Siyaset yapan politikacıları izle, birçoğu yalancı olmuş. İnsanların cahilliğinden yararlanıp kandırıp duruyorlar! Verdiğin verginin bile hesabını sorduğunuzda, hemen sizi vatan hainliği ile suçluyorlar! İşin en kötü tarafı da, bu yalan dolana prim veren seçmen topluluğunun kalabalık oluşudur.
Yalnız politikacılar mı? Esnafların birçoğu, ürettikleri ürünlerle halkın sağlığı ile oynuyorlar. Köyünde ne güzel doğal yiyeceklerle besleniyordun. Şimdi şehre geldin, ne yediğinin bile farkında değilsin. Paranla rezil olup, sağlığından oluyorsun!
Şehir Neydi Kardeşim?
Yalnızca kat kat üzerine bindirilmiş binaların olduğu ışıl ışıl bir yer miydi? Ve bu binaların birinde güzel eşyalarla oturmak mıydı şehir? Eğer bu soruma da, “Evet” diyorsan, onu kafesteki kuşlarla, akvaryuma sıkıştırılmış balıklarda yapıyor. Onların önüne koyun yemi, dolanıp dursunlar kafeslerinde! Ne demek istediğimi anladın! Yani bizler, sizler, onlar; hepimiz modern hapishanelere sıkıştırıldık. Başımızda kapitalizm denen bekçi, hesap soranlara sopasını gösterip duruyor. Verdikleriyle yetinmesini bileceksin onlara göre!
Birçoğunuz almışsınız elinize akıllı bir ‘Siri’li telefon, dünyayı onunla tanıyıp gezdiğinizi zannediyorsunuz! Yanılıyorsun kardeşim, yanılıyorsun! Bırak o elindeki telefonu. Onun esiri olma. Şehirli olmak o değil! Ünlü Şairimiz Can Yücel’in dediği gibi; bir sabah güzel elbiselerini giyin. Varsa parfümünü sür ve evinden çık. Adımlarını ne olursa olsun sokağa bırak. Karşına çıkan ilk kişiye bir “Merhaba” de… Çiçeklere bak, onları koparmadan kokla… El ele tutuşarak yürüyen sevgililere bak ve aşkı buram buram içine çek… Gökyüzünde özgürce uçan kuşları izle… Bir çöpçüye yaklaş ve ona “Kolay gelsin.” diyerek, onunla küçük bir sohbet yap. Bir otobüse bin ve şehre doğru ak… Orada bir parka otur ve çayını yudumla şarkıların namelerinde… Bir parka oturun demiştim. Orada senin gibi birçok insan göreceksin. Onlarda seninle sohbet etmek için can atıyor olacaktır. Bol bol sohbet edin, ne bileyim, oradan buradan.
Özür dileyerek bir eşek benzetmesi yapacağım. Eşekler ne yapar? Koy önüne samanı yemlensin. Sonra yükle dünyanın yükünü taşısın. Hem de ıhlaya ıhlaya! İşte birçok insanımız da dünyada böyle yaşıyor veya yaşadığını zannediyor. Dilleri kim bilir neleri tatmadı, gözleri kim bilir daha ne güzellikler görmedi. Ne eğlenceyi bilir, ne eğlenmeyi. Onların tek bildiği, patronlarına hizmet etmek ve aldıkları veya almakta zorlandıkları ücretleriyle karın tokluğuna yaşamalarıdır. Kısacası, onlar, “İş, yemek ve yatak” üçgeninde sıkışıp yıllarını tamamlarlar.
Şehirlerde yüz yıl köle gibi yaşamaktansa, eğlenerek, dünyanın nimetlerinden yararlanacağın kısa ömrün olsun, daha evliyadır. Ne demişler, “Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun.”
Ne dersiniz?
Şehri anlayabildik mi?
Ertuğrul Erdoğan
Onbirekimikibinonsekiz