Dost ve dostluk vasıfları çok ağırdır. Her insanın taşıyamadığı gibi zaman içinde şu gerçeğe alışıyorsun ki, herkese yakışmıyor dostluk vasfı.
Yıl 2003…
Eşimle bir yaz akşamı, bir masa-başında yemek sonrası aile dostlarımızla sohbetteydik. Konu geldi dayandı yine dostluk kavramlarına.
“Gerçek dost, en acılı gününde gözyaşına ortak olandır,” dedi biri…
“Hayır, sadece acılı günde değildir dostluğun görevi! Aynı yerden birlikte kırılmaktır, ” diye felsefi düşünürken,
Bir diğeri umutsuzca omuz silkmişti:
” Yok, gerçek dost kalmadı günümüzde… Herkes çıkarlarına aracı ediyor dostluğu da… Yok, dost most!”
Eşimle ben inatla, betimliyorduk dostluk kavramını.
“Olur mu öyle şey? Dost, ikinci bir BEN’in kendisidir.”
Vs, gibi sözlerin ardı kesilmiyordu.
Emekli olmuşuz, bir sahil kasabasında çekirdek ailemle yaşayıp günlere çentik attığımız yıllarımızdı…
Neden günlere çentik atıyorduk?
Efendim, tabi ki herkesin emeklilik hayallerinde bir tatil beldesinde yaşamak gibi bir lüks hayali vardır. Biz hayalimize zorunlu uyum sağlamaya çalışıyorduk. Zira Marmara Depremi bizim İstanbul’daki evimizi vurmuştu. Onarılsın da biran önce kışlık evimize göç edelim, diye idi o çentiklerimiz.
Neyse efendim, ben asıl size “Dostluk ve Dost” tanımlarıyla sıkmadan o sohbet esnasında, yani gecenin bir yarısında, yani güneşin doğmasına üç saat kala biz Akçay’lı aile dostlarımızla dostluğun çıkarlara dayalı olduğunu konuşurken, ben birden sözlerin arasına pike dalış yapmıştım:
“Sizin tam da bu saatte, yani herkesin en tatlı uyuduğu bu vakitte GEL SANA İHTİYACIM VAR, dediğinizde, hiç NEDEN GELEYİM? demeyen, HEMEN GELİYORUM! diyebilen, telefon açacağınız bir dostunuz var mı?
Tabi yanıtları, az empatik düşününce HAYIR olmuştu. Ama bakışlar bana yönelmişti:
“Peki, senin var mı?”
“Var,” diye yanıtlayınca , “Kim?” diye merak konusu olmuştu, tabi…
Eşim, “Şimdi size kanıtlayacağız bunu!” der demez telefona sarılmıştı, masadakilerin irileşmiş, şaşkın gözlerine gülümseyerek.
Bende ilgiyle eşimin çevireceği numaraya bakıyordum;
“Acaba kimdi? sorusunu sormadan. Zira adım gibi kimi arayacağını biliyordum…
…
Masadaki dostlarımızın da sesleri kesilmişti. Pür dikkat eşime yöneltmiştik bakışlarımızı. Telofonun hoparlörünü açtıktan sonra hepimiz meraklı bir sessizlik içine çekilmiştik.
Karşı tarafın telefonu epey çaldıktan sonra ortak dostumuz Saim’ in uykulu sesini duyduk, hepimiz.
” Alo… Aloo!”
” Saim ben Tuncay. Bu saatte seni uyandırdım, kusura bakma kardeşim, ama sana acil ihtiyacım var.”
” Hayırdır Hacı?”
” Hiç sorma Saim!.. Başımız dertte. Aracın gösterge tablosu bozulmuş. Anlamadım bende. Benzin bitince mahsur kaldık dağın başında. Ne fener var, ne su. Ne de benzin. Acil Gelir misin kardeşim?”
“Tamam Hacı, Şu an mahsur kaldığınız yer, tam olarak neresi? Sen adresi telefondan yaz. Bende giyinir giyinmez oraya doğru geliyorum.”
Eşim gülmemek için dudaklarını birbirine kıstırıp duruyordu. Telefon kapanınca eşim sanki zafer kazanmış bir edayla Akçay’lı dostlarımıza telefonu işaret ederek konuştu.
” Sizde duydunuz değil mi? Geliyor işte. Hemde nazlanmadı, soru da sormadı.”
Ben sözüne noktasını koyan eşimi uyardım.
“Ama… ama ya cidden geliyorsa? Sen en iyisi mi, ara onu bir daha da gelmesin!”
Eşim, “Sahi ya, gelir mi, gelir valla bu çocuk!”
Bir anda paniklemişti. Telefonu eline alıp, az önceki numarayı tekrardan çevirmişti.
” Saim, sakın buraya gelme. Biz sana şaka yaptım. Gerçek dost musun, değil misin kanıtlamaktı amacımız. Sağ ol kardeşim.”
Saim in sesini duyuyorduk:
” Hay, ben seni dünyaya getiren o ebenin… Taaa…
İkinci kez dostu arayınca, fırçayı, küfürleri yedik tabi… Ne ebemiz kaldı, ne sülalemiz.
Meğerse pijamalarını çıkartıp giyinmiş dostumuz, bir güzel de otoparkın yolunu tutmuş.
Nasıl kızmasın ki?
Kim olsa tatlı uykusunun rem döneminde uyandırıldıktan sonra böylesi eşek şakasına kızardı…
Ama dosttu Saim.
Bir hafta sonra Akçay’a bizi ziyarete gelmişti.
” Sahi lem hacı, kaldınız mı dağ başında? Bana kıyamadınız de mi? ”
İkna edene kadar bin dereden şu getirttirmişti dost bize.
“Koşarken değil, düşerken yanımda olanlar dostumdur.”
Kim söylemiş bu sözü, bilmem ama çok da doğru bir söz.
İki tür dost vardır:
İlki, “Dost” diyebilmek…
İkincisi, “Dost diye” bilmek!
İkisi ne kadar da farklı!
İlkinden emin olabiliriz, ama ikincisi yanıldığımızdır.
Emine Pisiren/ Kocaeli