OSMANLI NEYİNİZ VARDI DA SİZİ SÖMÜRDÜ!
Makalemize, Profesör İhsan Süreyya Sırma’nın bir anısıyla başlayalım:
“Kuveyt’e bir konferansa gittim. Bir Arap Profesör İngilizce konuşarak; “Osmanlı bizi yıllarca sömürdü asimile etti” dedi. Ben çıktım kürsüye Arapça konuşarak, “Osmanlı neyiniz vardı da sizi sömürdü… Henüz petrolünüz yoktu…
Size hiç dokunmadı bilakis size hizmet etti. Ben bir Türk olarak Arapça konuşuyorum, bu salondakilerin ekseriyeti de Arap… Siz bir Arap olarak İngilizce konuşuyorsunuz sömürü budur işte, ” dedim. Salonda alkış koptu… O Prof. salonu terk etmek zorunda kaldı.
Zaman zaman Batılı emperyalistlerin Türkleri kötülemek ve yakın zamanda da bazı Arap idarecilerin bilinçsizce iftira ettikleri “Osmanlı sömürdü ve asimile etti” iddiası doğru değildir. Cihan devleti Osmanlı bilakis; hükmettiği üç kıtaya hoşgörü ile yaklaşıp, fethettiği topraklara adalet, barış, sükûnet ve irfan götürerek hizmet etmiştir. Bu kasıtlı ortaya atılan iddiaların ne kadar çürük fikirler olduğunu tarihe bir yolculuk yaparak ispatlayalım, yukarıdaki Süreyya hocamızın anısından da yola çıkarak:
Osmanlı, fethettiği topraklardan Arap dünyasına Hz. Peygamber, Mekke ve Medine hürmetine daha bir özen göstermiştir. Buna kanıt olarak birçok örnek verebiliriz.
Hilafetin Korunması:
Mercidabık savaşının kazanılmasından iki gün sonra uzun yolculukla Halep yakınlarına gelen Sultan Selim Han, herhangi bir çatışmaya girmeden burayı teslim alır. Halep, Selim Han’ı merasimle karşılar. Yavuz Sultan Selim Han, Halep’te iken başta Abbasi Halifesi el Mütevekkil A. Ebu Abdullah Muhammed ile üç mezhebin kadıları huzurunda bir görüşme yapar, onlara karşı iyi muamelede bulunur. En önemlisi de burada Halife’den, hilafet alametleri olan “Mukaddes Emanetler” ile beraber Halifelik unvanını da devir ve teslim alır.
Böylece Hilafet müessesesi; Hulefai Raşidin döneminde Miladi 632- 661 yılları arasında, Emeviler döneminde Miladi 661-750 yılları arasında, Abbasiler döneminde Miladi 750-1517 yılları arasında devam etmiş ve 1517 yılında da Osmanlılara geçmiş oluyordu. Yavuz Sultan Selim Han, İslam’ın 72. ve Osmanlı’nın ilk Halifesi olarak bu makama gelmiş bulunuyordu. 1924 yılına kadar Osmanlılar Hilafeti temsil etmişlerdir.
Kutsal Emanetlerin Korunması:
30 Ekim 1918 Mondros ile tüm cephelerdeki Osmanlı ordusu teslim olmasına rağmen Medine müdafisi Fahreddin Paşa, Osmanlı Başkumantanlığının emrini de hiçe sayarak, yaklaşık 72 gün, boyunca aç susuz, teçhizatsız vaziyette askerleri ile direnişini sürdürerek, Hz. Peygamberin şehrine ve kabrine sahip çıkarlar. Ve Fahrettin Paşa’ya bu direnişinden dolayı İngilizler, “Çöl Kaplanı” lakabını takar. Osmanlı arşivlerindeki 9 Kasım 1915 tarihli belgeleri bulunmaktadır.
İngilizlerin daha önce işgal ettiği yerlerden birçok kültür ve medeniyete ilişkin malzemeleri Londra’ya götürdüğünü Fahreddin Paşada bildiği için 1918 yılı ortalarında kutsal emanetleri, özel koruma birlikleri ile İstanbul’a ulaştırmıştır.
Osmanlı Devleti tarih sahnesinden alıkonana dek, her sene Payitahttan Mekke’ye Sürre Alayı çıkartarak, Mübarek Kâbe’nin örtüsünü değiştirerek, temizliğini yapardı. Surre-i Hümâyûn, Hac mevsiminden önce Mekke ve Medine halkının ihtiyaçlarını karşılamak için gönderilen para ve hediyelerden oluşmaktaydı. Surre-i Hümâyûn geleneği İslâm toplumunda kaynaşabilmesinde büyük rolü olmuştur.
Hilafetin son büyük projesi olarak kabul edilen Hicaz Demiryolu, İstanbul’dan Medine’ye demiryolu ağı ile Sultan II. Abdülhamit tarafından ilk sefer 1908 yılının 27 Ağustos gününde yapılmıştır.
Yine II. Abdulhamit Han’ın 1901 yılında Alman ve Türk mühendislere yaptırdığı haritalarla, Musul ve Kerkük başta olmak üzere, güneyde birçok bölgede petrol rezervlerini tespit ederek yabancı sömürgecilere vermemiştir.
Ne zamanki 1789 Fransız ihtilalinin getirdiği milliyetçilik şovenizmi ile Osmanlı toprakları parçalandı; aynı topraklarda o günden sonra Batı’nın kontrolüne giren Arap aşiretler birer birer krallıklarını ilan ederek devletçikler kurdular. Yine Batılı sömürgeci şirketlerin bu topraklara hücum ederek çıkarttıkları petrol Batıya akmaya başladı. Gel gör ki, petrol parası ile gelen şan şöhret, yüksek binalar ve lüks yaşamlara rağmen asla huzur ve sükûnet gelmemiştir. Osmanlıdan bu yana, Ortadoğu’da artarak gelen bir gözyaşı vardır ve İslam coğrafyasının kanayan yarasıdır.
Ve Kudüs
Osmanlının Kudüs, Mablus, Gazze Sancakları sayesinde 400 yıl boyunca, Kudüs şehrinde Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar bir arada özgürce yaşamışlardır, ta ki Osmanlının kontrolünden çıkıp önce Batılı emperyalistlerin kontrolüne girene kadar!.. Arap milliyetçiliği döneminde Kudüs kenti ve Mescid-i Aksa dâhil Filistin işgal edilmiş ve haklar elden gitmiştir.
…
Dolayısıyla bu ve benzeri daha birçok insana ve topluma dair hizmeti Osmanlının nasıl götürdüğünü arşiv belgeleri ile çoğaltmak mümkündür. Bu örnekler Doğu içindi, benzeri örnekleri Batı ve Afrika içinde söylemek mümkündür. Moğol istilası ve Haçlı Seferlerinde olduğu gibi girdikleri şehri yakıp yağmalamak değil, Osmanlı fethettiği şehirleri imar edip “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu ile hareket etmiştir. Osmanlı, büyük bir İslam medeniyeti oluşturmuş ve İslam’ı yaymıştır. Aynı zamanda mübarek Filistin topraklarını koruyarak, bir avuç toprağından dahi vazgeçmemiştir. Sultan Abdülhamid Han’ın ifadeleri de bunun en bariz kanıtıdır. Bunlar bile Osmanlıya şeref ve sevap olarak yeterlidir.
2017 yılı itibarıyla, Mısır darbesindeki A. Sisi ile başlayıp, Katar krizi üzerinden yüklenen Suudi Prensin haddini aşan Türkiye aleyhtarı açıklamaları, BAE İçişleri Bakanının Fahrettin Paşaya cahilce saldırısı ve Arap dünyasındaki bazı kara propagandalar devam ediyor!.. Boyunlar batıdan çevrilene kadar da devam edecektir bu pervasızlıklar…
‘Bunlar siyasi çıkışlar’ diye düşünebilirsiniz, lakin BOP projesi kapsamında küresel güçlerin bir operasyonu olduğunu da bilmek lazımdır!.. Türkiye içeride ve dışarıda güçlendikçe, dünya mazlumlarına sahip çıktıkça, sözde dünyanın jandarmalığına soyunan Batılı emperyalist devletler ve onların ayakçıları rahatsız olup illaki Arap kardeşlerimizle aramızı bozmak isteyeceklerdir.
Yani, işi feveranla ırkçılık ve milliyetçilik şovenizmine götürerek, ümmeti parçalama oyununa gelmemek lazımdır.
Ülke olarak biz işi daha ciddiye almalıyız ki, yarın da devam etmesin bu garabetler!
Makalemizi bu defa kendi yaşadığım bir sıcak anımla sonlandıralım:
İSMEK Kadıköy Osmanlı Türkçesi kursunda Mohammed adında bir Libyalı üniversite öğrencisi ile tanıştım geçen yıl. Sohbetimiz sırasında, “Ağabey Arap dünyasında Osmanlıyı sömürgeci, Türkleri de işgalci diye öğretiyorlar. Hem de ders kitaplarımızda!” dedi. Ben, “Osmanlı gittiği topraklarda asla misyonerlik yapmamıştır, aksi halde sen şimdi belki de Türkçe konuşuyor olacaktın!” deyince, bu defa O, “Ağabey sen yazarsın, o zaman sen yaz/söyle Türk Devleti, Arap dünyasının ders kitaplarındaki Türk ve Osmanlı ile ilgili yanlışları değiştirecek bir politika üretsin!” demesin mi!..
Mohammed haksız da sayılmaz hani! Biz de buradan kendimize vazife çıkartarak, Devletin ilgili makamlarına o klişe bürokrasi diliyle iletelim: İlgilinin dileğinin tetkiki ile gereğini arz ederim… Mehmet Emin Ballı www.mehmetballi.com