Yerdeki paslı yamuk çivileri topluyordum. Tanıdık gelen sese doğru başımı kaldırdığımda, bahçe duvarının ardında minik bir yüzle karşılaştım. O minik el, bana yarısı kırılmış taze bir ceviz uzatmaktaydı.
“Alın öğretmenim, bunu size vermek istiyorum.”
Önce almak istemedim. Belli ki, o cevizi yemek için kırmıştı. Sanat atölyemize ilk baştan kayıt olmuş öğrencilerimden biriydi.
9 yaşında şirin, içi kıpır kıpır, ve mahalledeki erkek çocuklarına dahi kök söktüren afacan gülüşlü bir kız çocuğu idi…
Uyarılmıştım büyüklerce de..!
“Aman dikkatli olun hocam, sizi üzebilir o çocuk,” diye.
Sözleri hiç duymamıştım, hatta umursamadım bile.
Çünkü çocukluğumda bende aynı o küçük kızçocuğu gibiydim.
Misket oynayan erkek çocuklar, beni oyunlarına almaya görsünler hele, dizili misketlerini ayaklarımla şut çekip dağıtır, sonra kaçardım.
Sonrası malum tabi.
Taşlı sopalı kovalanırdım.
Çocukluğumdan kısa bir düşünce defilesi, belleğimden yuvarlanınca gözlerime, gülümsedim o miniğe.
“Sen ye yavrum. Gördüğün gibi şu an ben iş yapıyorum..!”
Vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.
“Öğretmenim ben yedim. Bunu sizin için getirdim. Hem bende size yardıma geldim. Ne yapabilirim sizin için?”
Nasıl da ısrarcıydı!
Mızık mızıklanarak;
“Bana da iş verin lütfen!”
Uzattığı cevizi ta arkadaki duvardan bana doğru vermeye çalışıyordu.
Biliyorum ki, alnına doğru kırışan kaşlarındaki ifadeye göre almazsam üzülecekti. Cevizi alıp cebime koyarken, “ellerim çok kirli, yıkayınca yiyeceğim canım,” diye endişeli bakışlarını gülümsetmiştim.
Üzerinde hala okul kıyafetleri vardı.
“Hadi git evine, üzerini değiştir, yemek ye, öyle gel bana canım,” dediğimde verdiği yanıtla üşüdüm.
“Annem Evde yok öğretmenim. Çalışıyor. Kapıda kaldım.”
“Peki çantan nerede?”
“Kimse alamaz öğretmenim, apartmanın merdiven altına sakladım. Merak etmeyin siz.”
Nasıl da tatlı ve sevecendi.
Dayanamadım ve bahçenin demir kapısını açtım ona.
Öptüm alnından minik kızı.
O küçük kollar kucakladı belimi.
Sevgi akışına tanık, bir çift gözden her ikimiz de habersizdik.
“Sizi kutlarım hocam!”
Başımı çevirdiğimde; orta yaşlarda, benim yaşımda olduğunu tahmin ettiğim şık bir hanımefendiyle karşılaşmıştım.
Sözlerinin devamını getirdi.
“Çocukların siz gibi insanlara ihtiyacı var. Bende emekli öğretmenim. Az önce her ikinizin pedagojik diyaloğuna tanık oldum. Gözlerim doldu inanın.”
Ve daha da ileri gitti, adının “Berra” olduğunu öğrendiğim o hanımefendi.
“İzin verin bende sizi öpmek istiyorum. Sizi günlerce uzaktan, hayranlıkla izliyor ve takdir ediyorum. Yapabileceğim birşey olursa lütfen söyleyin. Yaparım.”
Biraz ayaküstü sohbet ettik.
Daha şimdiden 33 öğrenci kaydı yapılmıştı. Anne ve babalar çocuklarını kapıp kapıma geliyorlardı.
“Ne olur hoca hanım, çocuğum belki sanat öğrenir ve elindeki telefondan kurtulur. Belki uslanır sayenizde…”
Evet, çocuklara kültür ve sanat alanında yetersizdik. El işleri, sanat, vb hobiler hep yetişkinlere verilmekteydi.
Emekli Berra öğretmen birkaç kez yanaklarımdan öpüp, gidince doğru bir iş yapıyorum, diyerek mutlandım. Yorgunluğum da hafiflemişti.
“Pozitif enerji” yüklenmiştim.
“Öğretmenim, annem bana ne dedi biliyor musunuz?”
Sarılıp sordum:
“Ne dedi canım?”
“Sanat Evi, seni adam etsin, ben çok mutlu olurum!”
Ona gülümsedim.
“Sen adam değil, çok akıllı, sanat sever ve yüklü vee ayrıca sevgi yürekli çok güzel bir genç kız olacaksın. ”
Sağa sola sallanıp sevinçli tatlı ve de mahcup gülüşler uzattı yüzüme.
“Ama kimse sizin gibi düşünmüyor öğretmenim.”
Başını okşadım:
“Sen kimseye bakma. Hayaline sıkı sıkı sarıl. Sanatı sev. Tamam mı çocuğum? Annen de baban da senin başarınla gurur duyacaklar, inan.”
“Emin misiniz öğretmenim?”
“Ben buna çok inanıyorum, güzel kızım.”
Gözlerindeki sevinçli, mutlu ışımayla bana yanıt verdi:
“Öğretmenim, biz ne zaman ahşap yakma ve resim çalışacağız?”
“Çektiğim kredi bitmiş, emekli maaşım tükenmiş mi deseydim?” yerleri tamamlanmamış, pergülesi yarım kalmış atölyeye bakarak;
“Az kaldı çocuk, az kaldı. Sabır.”
Beni güldüren şu sözlerle işe koyulduk birlikte:
“Hadi o zaman bizde çalışıp bitirelim öğretmenim.”
Emine Pişiren/ Kocaeli