Önceleri mahallemizdeki bisikletçiyi arşınladık. Üç, hatta dört tekerlekli bisikletlerin turu yirmi beş kuruştu. Binerken, hep gözümüz, iki tekerlek üzerine binenlerde olurdu. Nasıl bindiklerine şaşırır, “Biz de bir gün böyle binebilecek miyiz? Diye kardeşlerimle söylenirdik.
Neyse ki yaşımız ilerledikçe, turcuda iki tekerlekli bisiklete binmeyi öğrenmiştik. Bisikletçi Cebeci tren istasyonuna yakın bir yerdeydi. Yıl 1968 ve Yayınevimizin yeni açıldığı ve Altmış sekiz kuşağının ABD’ye “Go Home!” dediği yıllardı… Yıl 1977 ve anarşinin cafcaflı, silahların cıvcıvlı dönemine geldiğimizde, siyaset köşe başlarını tutmuştu. İnsanlar, tedirgin ve sokaklarda yürürken, düşüncelerini ve fiziklerini gizliyorlardı.
Ne demiştik? Bisiklet. Artık gençtik. Mahallemizde bir bisiklet sevdasıdır, gidiyordu. Bir arkadaşımızın aldığı kırmızı bisiklet, kıymete binmişti. Arkadaşımızdan bir tur rica edip, aldığımızda, bisikletle bir uzaklaştık mı, dönmek bilmezdik. Dönüşte, arkadaşımızdan fırça yemeye de razı olurduk. Çok hoştu… Hayat, iki tekerleğin üzerinde yağ gibi kayıp gidiyordu. Deli gibi sürmeyi de öğrenmiştik. Araçların arasına dalıp, karşımıza çıkanlarla yön yanılmasıyla çarptığımızda, ara sıra oluyordu. Hele bir keresinde hiç unutmuyorum, bastonuyla zor bela giden bir dede ve yanındaki torununa istemeyerek çarpınca, dededen okkalı bir fırça yeyip, oradan nasıl uzaklaştığımı bilememiştim!
Artık tıpkı her ailenin televizyonu olduğu gibi, her arkadaşım da bisikletli olmuştu. Ben de ikinci el Cobra marka yeşil bir bisiklet almıştım. Güzel bir bisikletti. İnce tekerlekli, hatta kilometre saatini bile yaptırmıştı ilk sahibi. Arkadaşlarla hep birlikte Ankara’nın birçok mahallesine dalıyorduk. En çok da yokuşlu yerleri seçiyorduk. Fren pabuçlarının inceliğini veya arızasını düşünmeden yokuş aşağıyı indiğimizde altmış kilometre hızı bile geçtiğimiz oluyordu. Çılgındık! En çok da Kolej semtindeki Doksan altılar denilen yere gidip, uzun merdivenleri olan yerden hızla inmek çok hoşumuza gidiyordu.
O yıllarda yeter ki, televizyonda sporla ilgili bir şey görmeyelim. Kayak Şampiyonası mı gördük, hemen mahalleli olarak alüminyum perde kornişlerini ayağımıza göre kesip, bir güzel iple bağlayarak SBF ve Hukuk Fakültesi arasındaki ağaçların arasından tıpkı televizyondaki sporcular gibi kayardık. Bir boks müsabakası mı gördük, uygun bir yere ipleri gerip, aldığımız boks eldivenlerle birbirimizin suratına vurarak sersemlemenin tadını çıkartırdık! Atletizm Şampiyonalarında, atletler gibi giyinip, hep birlikte Cebeci’den çıktığımız gibi Kızılay, Ulus ve tekrar Cebeci’ye yorgun maratoncular gibi gelirdik. Teniste, dükkânımızın önüne uzunca bir ip gerip, masa tenisi raketleriyle oynardık.
İşte ne olduysa, o akrobasi Çinlilerin gösterilerini izleyince oldu. Keşke görmez olaydım. Ah Fikri, o kadar kiloyu almak zorunda mıydın? Bisikletime beş kişi binmiştik. Hepimizde ellerimizi tıpkı akrobatlar gibi yana açınca, arka tekerlek sekiz olmuştu! Arkadaşlar gülüyordu, ama benim içim kan ağlıyordu!
Bisikletimi ne mi yaptım? Yüz liraya satmıştım. Bir daha da bisiklet almayı düşünmedim!
İki tekerlek üzerinde kayıp giden yıllarımız, yine de çok güzel yıllardı…
Ertuğrul Erdoğan
Onüçeylülikibinonyedi.