Sen keyif için sigara yak ve izmariti de fırlat aracının sol camından. Ben bunu nasıl hoşgörebilirim?
İstanbul dönüşü yine Edremit’te ki kışlık evimize dönüyorduk. Aracı ben kullanıyordum. Bayram sonrası yollar boştu. Tam önümde beyaz bir Brodway sinyalsiz şerit değiştirip, beni çileden çıkartıyordu.
Sağ şeride geçiyordum, sanki inatla sağlayıp önüme geçiyordu.
Eşim sinirlendiğimi, kullandığım sözcüklerden anlamıştı ki,
” Boşver onu. Sen yavaşla, o bassın gaza gitsin. Kazasız evimize varalım canım!” Diye beni sakin tutmaya çalışıyordu.
Bursa’yı geçmiştik.
Öndeki araçtaki sürücüden kurtulmak istiyordum.
Rampaya yaklaşınca gaz pedalına yüklendim ve adeta uçarak Broadwayı sollamıştım. Düze varınca dikiz aynasından baktığımda o artık görünmüyordu. Artık epey arkada kalmıştı.
Hızım 90 ve 100 km deydi. Orta şeritte seyrediyordum.
Aa, o da ne!
Broadway yine geldi bana makas atmaz mı?
Eşime plakayı kaydetmesini rica ettim. İstemeye istemeye hem yazıyor, hem de söyleniyordu.
” Ya, sana boşver, demedim mi? Ne yapacaksın adamın plakasını?”
Tüm dikkatim onun dengesiz hareketlerindeydi. Bu resmen tacizdi.
Bir ara cami açıp, sigara izmaritini fiske atıp fırlatmaz mı!
Hâlâ yanmakta olan izmarit önce bizim Megan’ın ön camına çarptı, sonra yan sol aynamıza, oradan da rüzgarın etkisi ile camdan içeri girmez mi!
Tabi sol koluma çarpıp aracın içine düşmüştü yanan izmarit.
O andaki benim ruh halimi ve dudaklarımdan dökülen küfürü sakın günah saymayın.
Direksiyon hakimiyetini kaybetmemek için yanan koluma bir süre katlanmıştım. Aracı sağa çekip hemen durdurdum. İzmariti aradı gözlerim. Tam da frenle debriyaj arasındaydı. Hala yanmakta olan izmariti alıp ayağımla bastırıp söndürmüştüm.
Eşim bile ne olduğunu tam anlayamamıştı. Kolumun üst kısmı hemen su toplamıştı bile.
Kolumu öyle görünce o da bir küfür sallamıştı havaya.
” Umarım plakasını aldın…”
” Evet canım aldım. Gel de şu koluna soğuk su dökeyim.”
Termostaki suyu koluma dökerken bende cep telefonundan trafik polisini aradım.
Yaşadığımız durumu anlatıp şikayetimi ettim.
Sağımız solumuz ormanlık alandı. Ya o izmarit kuru çam yapraklarına uçsaydı?
Etrafımıza baktık. Göğe kadar uzanan en az yüz yıllık olan göknarlar, dişbudaklar, çamlar çıtır çıtır yanarlardı tabi…
Çıra onlardan elde ediliyordu.
Hele bir tutuşup, yandı mı mümkün müydü sönmesi?
Orman yangınlarına, hep kasıtlı yapılıyor, diye yorum yapıyoruz. Oysa çoğu ihmalden, dikkatsizliktendir.
Özellikle trafikte sigarasını söndürmeyip, camdan fırlatıp atan hanzolar, sebeptir o yangınlara…
Bir de piknik magandaları yüzünden çıkıyordu.
Mangal yakıp, tam söndürmüyorlar, üzerine hafif toprak atıp daha çok közün içeride yanmasına sebep olduklarının farkında değiller ki…
Rüzgarın da tetiklediği o yangınların çıkması an meselesi işte…
Bir başka yangına sebebiyet veren nesneler, şişelerdir.
Piknik yapanlar özellikle alkol şişelerini nasıl getirdilerse, öylece yanlarında götürmeliler.
Şu sarı sıcaklarda o cam şişeler; güneşi gördü mü, tıpkı “””kla çakmak taşı”” etkisi yaratıp, çamların kuru yapraklarını tutuşturuyorlar.
Sonuç olarak:
Ormanlar doğanın akciğerleridir. Akciğer yetmezliğinden nasıl insanlar ölüyorlarsa, doğa da aynı şekilde komaya girip ölüyor işte…
Hem de içinde yaşayan tüm canlılarıyla birlikte…
Ekolojik dengenin bozulmasıyla küresel ısınmaya neden olduğumuzun artık bilincine varalım lütfen!
Aslında çözüm çok basit!
Bilinçli piknik yapılmalı ve o alanlar görevli ekiplerle sık sık kontrol edilmelidir.
Emine Pişiren/Kocaeli