“Vatan, üzerinde hür yaşadığımız, milletimiz ve ailemizle hatıralarımızı oluşturduğumuz, kültürümüzün, devletimizin ve tarihimizin ortak öğesi olan toprak bütününe verdiğimiz isimdir. Bizim kültürümüzde; namusumuzun da bir parçasıdır, mutluluğumuzun da. Çünkü dünyanın herhangi bir yerindeki toprak vatanımız olamaz, bize duygu fırtınası yaşatamaz. Ancak benim iki vatanım var. Biri Makedonya, diğeri Türkiye.”
Bu paragrafı, İstanbul’un demografik yapısına dâhil olmuş bir göçmen olarak ve bir göçmen gözü ile uzun süre önce kaleme almıştım. Bu kısa paragrafa sığdırmaya çakıştığım ana hatları ile şuydu: Dedem ve babaannem, Makedonya’nın Debre Kazası’na bağlı, Atatürk’ün baba ocağı Kocacık Köyü’nden geçim sıkıntısı ve akrabalarının büyük kısmının Türkiye’ye yerleşmiş olması nedeni ile 2. Dünya Harbi arifesinde 1943 yılında Türkiye’ye trenle göç etmişler. Önce akrabalarının yanına yerleşmiş, zamanla ayrı bir eve çıkmış, bildikleri tek iş olan küçükbaş hayvancılık ve ufak çapta tarım ile yaşantılarını sürdürmüşler. Babaannem civarın güzellik uzmanı gibi (karşılık almaksızın) rastık yakar, kaş alır, saç boyardı. “Napa” lar (bir tür başörtüsü) “Dimi” ler (bir tür şalvar) giyim kuşamlarından eksik olmamıştı. El boyaması çiçek desenleriyle, daha çok kadınlar arasındaki eğlencelerde yine kadınlar tarafından çalınarak göçmen türkülerine eşlik eden “tef” in sesi hala kulaklarımdadır. “Kako si?” (Makedonca nasılsın?) “Kolenkalarım tuttu” (Makedonca dizlerim ağrıyor) cümleleriyle, kırmızısı-pembesi, alı-gülü bol ev dekorasyonu ve giyim kuşamları hayatlarında varlığını sürdürmüştür. Yanı sıra, bulunulan yere uyum çabası, göç ile gelmiş olmanın verdiği ürkeklik-çekimserlik, açıkça fikir söylemekteki kararsızlık, her an yer değişikliğine maruz kalınacak belirsizliği, devletin koskoca kollarında nefes almaya çalışırken sığıntı olma hissi gibi hasar görmüş duygular da var olmuştur.
Çizmeye çalıştığım bu tablo içinde, bankacı ve üstüne üstlük şubeci olmam nedeniyle yer değişiklikleri (bir anlamda göç) iş hayatımda daima varlığını korumuştur. Kanımca, evlilik nedeni ile İstanbul’a yerleşmem de bir nev-i göçmen kimliğimi sürdürmek gibidir.
Tokat Bahçesi’nden sonra padişahların avlanmak için ikinci tercihi olmuş, Osmanlı İmparatorluğu’nun sebze meyve ihtiyacını karşılaması bakımlardan seçkin bir yere sahip Çubuklu semtine yerleşmekle İstanbul’u tanıma yolculuğuma başladım. Ardından çok kültürlü olmayı acı tecrübe etmiş, 6-7 Nisan olaylarında gayrimüslim komşularını canı pahasına nöbet tutarak koruyan mahallelinin bir anlamda hayat aşıladığı, 80 döneminde İstanbul’un kapatılan tek karakoluna ev sahipliği yapmış, Boğazın barış güvercini Kuzguncuk’a taşındık. Ve şimdi Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rol üstlenmiş, tekke ve zaviyeler kanunundan muaf tutularak açık kalmış tek mekân olan Özbekler Tekkesi ’ne komşu evimizde ve İstanbul Araştırmaları konusundaki yüksek lisans eğitimim ile yolculuğum başka bir boyuta taşındı.
Ailemin 20. yy. ’da göçün aktörlerinden değilse de figüranlarından olmasından yola çıkarak kimliğindeki çeşitlilik ile çok kültürlü yaşamı tatmış bir göçmen kızı olarak, bizim oraların türkülerini gün ışığına kavuşturmakta ve icrada ayrı bir yeri olan TRT sanatçısı (şimdi emekli) Havva Karakaş’ın derlediği “Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda” isimli eseri üyesi olduğum amatör ve mütevazı koromuzun Türk Sanat Müziği Konserinde icra etmiş bir müziksever olarak, demografik yapı hakkında konuşmak, okumak ve öğrenmek daima ilgimi çekmiştir.
Ayasofya Meydanı’ndaki “Million Taşı” ile Romalılar tarafından, Şehzade Mehmet Camii avlusundaki “Mihenk Taşı” ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından dünyanın merkezi olarak kabul edilmiş, çeşitli kültürlere ve medeniyetlere ev sahibi olmuş, sahiplik ettiği çeşitlilikle değerine değer katmış, etkilenmiş ve gelişmiş bir şehir olan İstanbul’un demografik yapısı bence ülkemizin toplumsal ve ekonomik değişime mikro düzeyde bir örnek oluşturmaktadır.